Film gerçek bir öykü. Amerika’da 2000’li yılların başında Bush yönetimini ciddi
sıkıntıya sokan Plamegate Skandalı’nı anlatıyor…
Görünürde Enerji Danışmanı olan Valerie Plame Wilson –Naomi Watts- CIA’de
Irak’daki kitle imha silahlarını araştıran bir birimde gizli ajan olarak çalışmaktadır.
Birim Irak’ın Nijer’den çok büyük miktarda Uranyum satın aldığı bilgisine
ulaşınca bu bilginin doğruluğunu teyit etmek amacıyla ajan Valeri’nin eşi,
bölgeyi çok iyi bilen ve bölgede bağlantıları olan eski Büyükelçi ve Diplomat
Joseph Wilson’dan –Sean Penn- yardım talep eder. Wilson Nijer’e gider ve
raporunu hazırlar. Raporda Irak ve Nijer arasında sözü edilen Uranyum satışına
ilişkin herhangi bir kanıt olmadığını belirtir.
Sonrasında 2003 yılında sahip olduğu kitle imha silahlarını bahane ederek
Irak’ı işgale eden Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush, ulusa sesleniş
konuşmasında Joseph Wilson’un raporunu çarpıtıp yalan söyleyince Wilson’da New
York Times gazetesine “Afrika’da Ne Bulmadım” –“What I didn’t Find in Africa”-
başlıklı bir dizi makale yazar ve gerçekleri açıklar.
Irak’a savaş açma gerekçelerinin doğruluğunun sorgulanması hükümettekileri
kızdırır ve karşılığında Joseph Wilson’un eşinin gizli kimliğini ifşa ederler.
Valeri Plame Wilson CIA’deki işinden uzaklaştırılır, kimliği açığa çıktığı için
yürüttüğü görevler ve filmdeki Irak’tan çıkarmaya çalıştığı Fizikçi gibi bu
görevlerde yer alan herkes risk altında kalır. Wilson ailesi, karı koca her
ikisi de birer “Meşru Hedef” haline gelirler.
Sonuçta Valerie Plame Wilson hükümeti neden oldukları zararlardan ötürü dava
eder. Yargılamaların sonucunda, kimliğinin basına sızdırılmasından sorumlu
olarak Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in Başdanışmanı Lewis Libby suçlu bulunur
ve 30 ay hapse mahkûm olur.
Hollywood’un sonuna kadar kullandığı, kendi ülkelerine ait çirkinlikleri olduğu
gibi filmleştirebilme özgürlüğüne bir kez daha gıpta edip yazımın en başında
aktardığım Sean Penn’in sözlerini dostlarımla paylaşmak istedim. Her ne kadar
Sean Penn filmde o sözleri “Tanrı Amerika’yı korusun” diye bitirdiyse de,
söyledikleri bizler, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için de geçerli diye
düşünmüştüm.
Paylaşmak için, malum, Facebook sayfamı açtığımda karşıma bir dostumun
paylaştığı video çıktı, bir televizyon programından alıntı. Programcı elindeki
mikrofonu uzatıp soruyordu sokaktan geçenlere; “Kıbrıs nerededir?”
İşte sokaktaki vatandaştan gelen yanıtlar; “Ege’de, Karadeniz’de, Yunanistan’ın
yakınında, Türkiye’nin dışında ama bilemiyorum, Güneydoğu Anadolu’da, Hatay’da,
Adana’da…” Durun daha bitmedi… Bir de trajikomik yanıtlar var; Askerliğini
Kıbrıs’ta yaptığını söyleyen vatandaştan gelen “Sicilya tarafında olması lazım,
Sicilya Denizine bağlı…” yanıtı ve benim kişisel favorim olan yanıt;
“Kardak’da…”
Kendisine mikrofon uzatılan 15 kişiden “Akdeniz” yanıtını verenlerin sayısı
sadece 3 kişiydi… Allahtan programcı sadece Kıbrıs’ın nerede olduğunu sormuş. Es
kaza Türkiye’nin Kıbrıs politikasını sorsaydı ne yanıtlar çıkardı, nice olurdu
hallerimiz?
Sitede bu görüntüleri izleyenler genellikle “yuh artık” mealinde yorumlarda
bulunup Aziz Nesin’in malum lafına gönderme yapmışlar. Bir kısım yorumcu da
“Dağdaki çobanla benim oyum neden bir?” diyen manken Aysun Kayacı misali, bu
kadar cahil halleriyle oy kullanmalarından şikâyetçi olmuş. Haklılar…
Yanlış anlaşılmasın demek istediğim Biz bu kadar cahil olduğumuz için gerçek
demokrasi ile yönetilmiyoruz demek değil. Ayrıca ortalama Amerikalının bilgi
düzeyi açısından ortalama Türk vatandaşından farklı olduğunu da düşünmüyorum.
Hatta yine Facebook’da benzer bir video izlemiştim. Programcı sokaktaki sıradan
Amerikalıları durdurup onlara “Irak nerededir?” diye soruyordu. Aldığı yanıtlar
en az bizimkilerin “Kıbrıs nerededir?” sorusuna verdiği yanıtlar kadar
korkunçtu!
Demek istediğim sokaktaki insanın değil ama ortalamanın üzerindeki
vatandaşların, okumuşların, yarı-aydın ve aydınların yani Kıbrıs’ın yerini çok
iyi bilenlerin iki ülke arasında farklılık göstermesi. Bize göre çok daha
gelişmiş demokrasi olan Amerika Birleşik Devletlerinin bu gruptaki
vatandaşlarının farkındalığı ve sorumluluklarının bilincinde olmaları ve
“sorgulamaları”... Bu yüzden ABD’yi yönetenler birbiri ardına gelen ve sonu
“gate” ile biten skandallardan kurtulamıyorlar sanırım.
Şimdi diyeceksiniz ki; “İyi de, bizde soru soranlar, sorgulayanlar hep
haksızlığa uğradı, susturuldu…” Haklısınız. Ama artık konuşmanın, tepki
göstermenin zamanı gelmiştir belki. Bir vatandaşın gerçek tepkisi de özgürce
konuşabildiği seçimlerdir. Yukarıda da yazdım; Sean Penn filmin son sahnesinde
diyor ya “Demokrasi bedava bir hak değildir” diye. Değildir ve hak edilmelidir.
Kıbrıs’ın nerede olduğunu bilenlerdensek eğer hak edelim. Kıbrıs’ın yerini
bilmekle kalmayıp, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını da öğrenelim, araştıralım,
soru soralım ve oyumuzu ona göre verelim. Kıbrıs’ın yerini bilmeyenler ise
nasıl olsa satacaklar oylarını bir torba kömüre ya da kıytırık bir ev
eşyasına.
Eğer Kıbrıs’ın yerini bilip de daha fazlasını merak bile etmeyen, soru
sormayanlardan iseniz demokrasiyi hak etmiyorsunuz demektir. Tıpkı filmin bir diğer
sahnesinde olduğu gibi;
Filmde Robert Wilson konferans verdiği topluluğa soruyor;
“Kaçınız Başkan Bush’un ulusa sesleniş konuşmasında savaş nedeni olarak
belirttiği 16 kelimelik cümleyi biliyor?” Bilen kimse çıkmıyor. İkinci soruda
ise dinleyicilere “Peki kaçınız Eşimin adını biliyor?” sorusunu yöneltiyor.
Neredeyse tüm eller havaya kalkıyor.
Bizler de Demokrasiyi hak etmek için her zaman ilk sorunun yanıtını bilmek
zorundayız. Bize söylenilen her şeyi sorgulamak, araştırmak ve Sean Penn’in de
filmde dediği gibi ister sokağımızdaki basit bir çukur olsun isterse de ulusa
sesleniş konuşmasında söylenmiş bir yalan daima ama daima gerçeği
istemeliyiz...