This city that I believed was my past,
is my future, my present;
the years I have spent in Europe are an illusion,
I always was (and will be) in Buenos Aires.
Jorge Luis Borges
Tüm Amerika kıtasında,
Kuzey Amerika’daki ışıltılı ABD şehirleri de dâhil en çok görmek istediğim kent
kesinlikle Buenos Aires’ti. Dolayısıyla THY’nin 13+1+3 saatlik uçuşuna katlanmak
pek de zor olmadı. (İstanbul Sao Paolo 13
saat, Sao Paulo Guarulhos havalimanında uçak içerisinde bekleme 1 saat ve
ardından Buones Aires’e uçuş 3 saat)
Aracımız
Buenos Aires şehir merkezine doğru ilerlerken aklımda bir sürü imge beliriyor;
Anımsadığım ilk dünya kupası, 1978’dekinden kalma “Argentina-Argentina!”
sesleri, Kempes-Maradona- Messi, yıllar önce Antalya’da bir sinemada kötü ses
düzenine rağmen keyifle izlediğim Madonna’lı Evita, Emanuel Ginobili ve Luis Scola, en iyi yabancı film Oscarlı “Gözlerindeki Sır” filminin Buenos Aires’li savcısı Benjamin Esposito ve Tango yapan insan siluetleri… Havalimanından otele giden yolda ise
bu imgelerden sadece Messi’li reklam panoları var!
Otelimiz Bristol şehir
merkezinde. Hatta o kadar merkezinde ki şehrin simgelerinden “Obelisco” 67,5 metre yüksekliğiyle
penceremin hemen dışarısında… Dünyanın en geniş caddesi 9 de Julio ile Corrientes Caddesinin kesiştikleri noktadaki bu dikilitaş, şehrin kuruluşunun 400. yılı
anısına 1936 yılında inşa edilmiş.
|
Konakladığımız Bristol Otelin penceresinden "Obelisco" |
Obelisk ile ilgili ilginç
bir not: 1973 yılında Isabel Martinez de Peron’un başkanlığı döneminde
Obeliskin üzerine takılmış halka şeklindeki tabelada haraketli bir yazı
bulunuyormuş; “El silencio es salud”. Sessizlik Sağlıktır anlamına gelen bu mottonun görünürde çok gürültü çıkartan motosiklet kullanıcılarına yönelik olduğu
iddia edilse de, Arjantinliler bunun politik görüşlerini kendilerine saklamaları
konusunda bir uyarı olduğunun farkındalarmış...
Meraklısı için kısa Buenos
Aires Tarihi:
Conquistator Francisco Pizarro 1506’da
Peru’lu İnka’ların kaderini sonsuza kadar değiştirmek üzere Güney Amerika’ya
ayak basarken aynı günlerde İspanyol Aristokrat Pedro de Mendoza da yanındaki
1600 kadar yerleşimci ile birlikte bugünkü Buenos Aires topraklarına çıkar. Mendoza bölgedeki yerli Querandi’ler ile uzlaşmak
isterse de başarılı olamaz. Yerlilerden yiyecek temin edemeyen yerleşimciler
ilk 18 ayın sonunda sayılarının üçte ikisini kaybederler. Geride kalanlar ise Paraguay’a göç edip bugünkü başkent Ascuncion'u kurar. - Oysa Pizarro yaklaşık 200 adamıyla çıktığı Peru topraklarında Avrupa'dan getirdiği Çiçek hastalığının da yardımıyla neredeyse yerli merli bırakmamıştı!-
Sonraki deneme 1580’de. Bu kez Paraguay’dan nehir yoluyla Juan de Garay önderliğinde gelir yerleşimciler ve şehri yeniden kurararlar. Artık ihtiyaçları Asuncion’dan nehir
yoluyla gelmektedir. Mendoza’nın ilk gelişinde Avrupa’dan getirdiği atlar pampalarda hızla çoğalmışlardır ve bölge de tarıma son derece elverişlidir. (Bu arada pampa; Güney Amerika'ya özgü otluk steplere verilen isim)
Fakat şehrin sonraki 2 yüzyıl
boyunca büyümesi pek hızlı olmaz. Çünkü pampalar tarım için son derece elverişli olsa
da gümüş yoktur. Oysa İspanyollar, altın ve gümüş diyarı And’lardan doğup Buenos
Aires’e ulaşan nehre, ilgilerini çeken değerli madenleri bulacakları inancıyla
Plata yani gümüş ismini vermişlerdir.
Daha sonra gelişen
teknoloji sayesinde –buharlı gemiler, demiryolu, gelişen soğutma sanayii vs.-
pampaların zenginliği Avrupalıların ilgisini çeker. Ne de olsa lezzetli
Arjantin bifteklerinin tadına Avrupa’da sofralarında bakmışlardır. Ardından yatırımlar başlar ve yatırımlar sayesinde ortaya çıkan iş olanakları Avrupa’dan göçmen akınına
yol açar.Bu da Buenos Aires’in
dünyada pek çok şehre nasip olacak bir hızla büyümesini sağlar. 1900'ün başlarında başta İtalyanlar olmak üzere Avrupa'dan gelen göçmenler şehri, yaklaşık 1 milyon nüfusla Güney Amerika'nın en büyük şehri
yaparlar.
Bugün gelinen noktada
Buenos Aires, yaklaşık 13 Milyonluk nüfusuyla Güney Amerika'nın Sao Paulo'dan
sonra ikinci büyük şehri ve kesinlikle kültürel Başkenti…
Şehrin ismi Rio de Plata’nın
yani Plata Nehri’nin denize döküldüğü topraklara ilk kez ayak basan İspanyol ve
Portekizli denizcilerin koruyucu azizlerinden (Patron Saint) geliyor; Nuestra
Senora de Santa Maria del Buen Aire… Buenos Aires “iyi rüzgârlar, güzel havalar” demek.
|
Adını Arjantin'in Bağımsızlığını kazandığı 9 Temmuz 1816'dan alan
9 de Julio Caddesi ve arkada
duvarındaki "Evita" ile Bayındırlık Bakanlığı Binası |
|
Ne de olsa Tango'nun doğduğu yer... |
|
Corrientes Caddesinden... |
Buenos Aires’teki ilk
günümüze yarım günlük fazlasıyla turistik şehir turu ile başladık. Şehrin
önemli binalarına ya da anıtlarına çoğu zaman aracın penceresinden şöyle bir
baktığınız, rehberin söylediklerini dinlemek yerine sokakları izlediğiniz
türden bir tur. Bir de üzerine yerel rehberimiz Sonia pek de sevimli değil.
Sürekli Arjantinlilerin ne kadar zeki ne kadar eğitimli olduklarından, diğer Güney Amerika halklarına göre ne kadar ileri olduklarından söz edip
duruyor.
Buenos Aires ile ilgili
ilk izlenimim; Geniş Bulvar ve caddeleri ve mimarisiyle adeta bir Avrupa şehri.
Güney Amerika’nın entelektüel başkenti olduğunu fark etmeniz sadece
dakikalarınızı alıyor. Sinema, tiyatro, müzikal, sergi afişleri her yerde...
Minibüsten ilk indiğimiz
noktada uzaklardan Boca Juniors’un maçlarını oynadığı lakabı “La Bombonera” yani "Çikolata Kutusu" olan stadın fotoğraflarını çekiyoruz. Önemli bir yer. Malum, Armando Diego Maradona futbola burada başladı... (Küçük bir not: Boca Juniors taraftarları tribünlerde zıpladıkça stad hafiften sallanırmış ve
denirmiş ki; “La Bombonera
no tiembla, late!” Yani; La Bombonero titremez, ritim tutar!)
|
La Bombonera; Boca Juniors'un Stadı |
|
"La Boca doesn't forget Argentinian's Malvinas!" Malvinas yani Falkland Adaları... |
|
La Bombonera'nın duvarlarındaki resimlerden takım renklerinin seçilme öyküsü;
Boca Juniors'un ilk renkleri siyah-beyazdır. Fakat aynı renklere sahip bölgede
bir takım daha vardır. İki takım siyah-beyaz renkler için maç yaparlar.
Boca Juniors kaybeder. Bunun üzerine başkanları
limana girecek ilk geminin renklerinin takım rengi olarak seçileceğini
söyler; ilk giren bir İsveç gemisidir... |
Sonraki durağımız La Boca
ismini Riachuelo (veya Matzanza) nehrinin ağzında yerleşmesinden almış. La Boca
İspanyolca’da ağız demek. Çoğunluğu İtalya’nın Cenova kentinden gelen göçmenler
tarafından kurulan bu semt rengârenk binaları ile meşhur.
Semtin içerisindeki
araç trafiğine kapalı yol “Caminito” fazlasıyla turistik. Rengârenk binalar ya
hediyelik eşya dükkânı ya da restoran. Girişteki küçük meydanda birkaç Peso
karşılığında sizinle fotoğraf çektirmeye istekli hatta ısrarcı tango kostümleri
içerisinde bayan ve erkekler ve “çakma” Maradona’lar mevcut.
1882 yılında uzun süren
bir grevin ardından Boca’lılar Arjantin’den ayrıldık deyip bağımsızlıklarını ilan etmişler. Hatta Cenova
bayrağı bile asmışlar. Tabii ki bu başkaldırı uzun sürmemiş fakat bölge zaman içerisinde "La Boca Cumhuriyeti” diye anılır olmuş.
Açıkçası La Boca çok da
etkilendiğim ya da Caminito’yu adımlarken keyif aldığım bir yer olmadı ama
Buenos Aires’e kadar gelmişken görmek lazım…
La Boca Cumhuriyetinden kareler:
La Boca’dan Plaza de Mayor’a
geçiyoruz. Yani bir anlamda şehrin kalbi...
Meydandaki önemli yapılar
Buenos Aires Metropoliten Katedrali ve “Casa Rosada” yani Arjantin Devlet Başkanının
idari ikametgâhı Pembe Saray. Diğer bir ismi de Casa de Gabierno olan sarayın balkonundan Evita, Peron, General
Galtieri ve hatta Maradona kalabalıkları selamlamışlar.
|
Buenos Aires Metropoliten Katedrali |
|
Önde Piramide de Mayo Anıtı ve arkada Casa Rosada |
Plaza de Mayo deyince tabii
ki “Madres de Plaza de Mayo” yu da anlatmalı. Yani Plaza de Mayo Anneleri. Arjantin
yakın tarihiyle Türkiye yakın tarihi arasında benzerlikler var… Arjantin’de de
1976-83 yılları arasındaki dikta döneminde, bizde olduğu gibi pek çok rejim
karşıtı gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolmuş… Oğullarına ne olduğunu
öğrenmek isteyen anneler de 1976’dan itibaren “Madres” yani Anneler Hareketini oluşturmuşlar. Haftada bir gün
beyaz eşarplarını takıp toplanıyor birbirlerine destek olup seslerini duyurmak
istiyorlarmış. Tıpkı bizim Galatasaray Lisesi önündeki Cumartesi Anneleri gibi…
Şili’li Kadınların, ellerinde
yitirdikleri oğullarının ya da kocalarının fotoğraflarıyla tek başlarına dans
ettikleri benzer protesto hareketini tabii ki Sting’in “They Dance Alone” şarkısı sayesinde biliyordum ama gelmeden kısa
süre öncesine kadar Madres de Plaza de Mayo’yu duymamıştım açıkçası.
Özgürlük
uğruna çok acı çekmiş insanoğlu, dünyanın hemen hemen her coğrafyasında...
|
Darbeci Generallerin ülkeyi yönettiği yıllar (1976-82) çok gerilerde kaldığından
artık eskisi kadar popüler değil Plaza de Mayo Anneleri. Ama İzleri hala
meydanda. Madres de Plaza de Mayo çadırı... |
|
Plaza de Mayo ve Casa Rosada'dan bir kare daha |
Bugünkü şehir turunun son
durağı ünlü La Recoleta Mezarlığı. Burası Arjantin’in önemli şahsiyetlerinin ve
zenginlerinin oldukça gösterişli mezarlarının bulunduğu bir yer. Farklı mimari
stillerde inşa edilmiş, heykellerle süslenmiş bir sürü mezar var. Birkaç eski
Arjantin Devlet Başkanı, şair ve yazarlar ve bir hayli pahalı mezar yerlerini satın
alabilecek kadar zenginlerin mezarlarının bulunduğu La Recoleta’nın şüphesiz en
önemli konuğu Eva Maria Duarte de Peron, yani bildik ismiyle “Evita”.
|
La Recoleta'daki bir mezardan ayrıntı |
|
Devlet Adamı, Diplomat ve Gazeteci Jose Clemente Paz'ın mezarı. |
|
Avusturya Innsbruck'da
henüz 26 yaşındayken çığ düşmesi sonucu
hayatını kaybeden Liliana Crociati de
Szaszak'ın
Neo-gotik stildeki mezarı
|
|
Duarte Ailesi ve Evita'nın mezarı. La Recoleta'daki mezarların
pek çoğuna kıyasla oldukça mütevazi... |
Turun sonunda öğle yemeği
için Otele yürüme mesafesinde Corrientes Caddesindeki La Churrasquita
Restorana gidiyoruz. Meşhur Arjantin biftekleriyle tanışma zamanı…
Yemekte ilk
izlenimlerin paylaşılmasıyla birlikte bir şeyi daha fark ediyorum. Grup
içerisinde en iyi fotoğraf karesini yakalamak konusunda çetin ama “eğlenceli”
rekabet başlamış bile. Bhutan’dan kalan Ümit Ağabey ile aramızdaki rekabette bu
kez ciddi rakipler var. Gülendam Bozdayı Bhutan’daki acemiliği seyahat öncesi
bitirdiği kursun da yardımıyla ustalığa çevirmiş. İlk kez bu seyahatte tanıma
şansına eriştiğim Üstün Baharoğlu Ağabey boynunda her daim asılı çift
makinesiyle korkutuyor. Buket Özüzüm başta olmak üzere
I-phone’larıyla çektiği fotoğraflar ile her an "Yahu bu kareyi benim Canon
DSRL ile çektiğimden daha iyi çekmişsin!” dedirtecek rakipler bile var sanki. Ve
de tabii ki Sevgili Mithat Bozdayı Ağabey ve Leica’sı…
Not: Grup Liderimiz Dr Ümit Kuru da bu seyahati yazıyor. Sitesi Gezekalın'a göz atmanızı öneririm. Çok güzel fotoğraflar var...