Gezginlere İlham Veren Filmler


Ya da Sıradan bir Sinemasever ve Gezginden, Gezginlere ilham veren 10 Film...




Nereye gideceğine nasıl karar veriyorsun?

Zamanı ve parası oldukça, her fırsatta seyahat eden biri olarak en sık karşılaştığım sorulardan biridir bu. Fakat yanıtı çok kolay değil. Bazen geçmişten aklıma takılmış küçük bir ayrıntıdır bu sorunun yanıtı. Sözgelimi; İlkokul yıllarımda hediye edilmiş puzzle şeklinde dünya haritası üzerindeki bir resim yüzünden yıllarca Machu Picchu’ya gitme hayalleri kurmuştum… Bazen de sadece bir sözcük bile bir sonraki destinasyonumu belirleyebilir. Keza Bhutan’a olan merakım bir yerlerde duyduğum tek bir sözcükle başlamıştı; Shangri La… (Bu hikâyeyi Bhutan yazılarımı yazarken anlatmıştım; meraklısı için link ... ) 

Fakat sanırım bu konuda en çok filmlerden etkilendim. Hal böyle olunca bu konuda bir liste yapmak kaçınılmaz oldu… Hele de bir önceki yazım filmlerle ilgili olunca kendini hasbelkader "gezgin" olarak gören biri olarak böyle bir liste yapmamak olmazdı. Zaten bir önceki yazıyı da; Gelecek Program; "Sıradan bir Sinemaseverden Seyahat üzerine yapılmış En iyi 10 Film listesi" diye bitirmiştim.

Fakat iş liste yapmaya gelince ilk fark ettiğim bu işin pek de öyle kolay olmadığı. Önce “kişisel” bir liste diyerek baştan sizleri uyarmalıyım. Daha sonra listeyi seyahat filmlerindense Gezginlere ilham veren Filmler'e çevirmek daha uygun geldi bana. Çünkü seyahat veya gezi filmleri janr’ı içinde yer alan bazı çok önemli filmler, gezgin ruhlara ilham vermek anlamında zayıf kalıyorlar. Sözgelimi; Yağmur Adam (Rain Man, 1988), Thelma & Louise (1991) veya Özgürlük Yolu (The Way Back, 2010) gibi filmler harika birer seyahat veya yol filmi olmalarına rağmen bence ilham veren filmler değil. Demek istediğim, bu filmlerin hiç birini izledikten sonra aklımda “Burayı görmeliyim” diye yer etmiş bir sahne anımsamıyorum…

Diğer bir taraftan, listedeki bazı filmler sinema sanatı açısından çok da önemli olmayabilirler ama yine de seyahat anlamında bana ilham verdiler. Zaten, bazen bir yerlere gitmeyi planlamak için tek bir film sahnesi bile yeterli değil midir?

Yazıyı hazırlarken internette karşıma “Sinematic Pilmgrimage” diye bir kavram çıktı; Yani "Sinematik Hac". Tam da demek istediğim bu sanırım; etkisiyle bazı mekânları Sinematik bir Hac’a dönüştüren filmler…

Listeye başlamadan önce son bir not; listede yer alan filmlerde herhangi bir sıralama yok, sadece bir liste...


1. Tanrı Kent (Cidade de Deus, 2002) 

Rio de Janerio, Brezilya

 


Favela sözcüğüyle ilk kez Aslı Erdoğan’ın "Kırmızı Pelerinli Kent" isimli kitabında karşılaştım. Derme çatma evlerden oluşan gecekondu mahallelerine Güney Amerika’da, özellikle de Brezilya’da verilen isim; Favela. Aslı Erdoğan bence muhteşem kitabında Rio de Janeiro’yu ve Rio’nun Favela’larındaki uyuşturucu savaşlarını, acımasızlığı, kolayca katledilen insanları anlatır. Sadece o kitap bile Rio de Janeiro’yu mutlaka gidilecek yerler listeme koymuştu ki, kitabı okuduktan hemen sonra Tanrı Kent’i izledim.

Tanrı Kent, sanırım bu listedeki sinema sanatı açısından en iyi film. Yönetmenliğini Fernando Meirelles ve Katia Lund’un yaptığı bu çarpıcı film fotoğrafçı “Roket” Buscape karakteri üzerinden Rio de Janeiro’nun ünlü Favelası Tanrı Kent’in 1960’lardan 1980’lere kadarki öyküsünü özgün bir sinema diliyle anlatır. Zamanda hızlı ileri gidip gelmeler, ekranın parçalara bölünerek değişik sahnelerin aynı anda tek ekranda gösterilmesi ya da ekrandaki görüntünün bir anda donması gibi ilginç bir kurgusu olan film içerdiği şiddet sahneleriyle de insanı fazlasıyla etkileyen bir filmdir… Üstelik de filmde anlatılanlar gerçektir. Filmin senaryosu aynı adlı kitaptan uyarlanmıştır. Kitabın yazarı ise kendisi de yıllarca Tanrı Kent’te yaşamış Paulo Lins’dir. 

"Roket" Buscape rolünde
Alexandre Rodrigues 
Tanrı Kent izledikten sonra insanda, ne kadar tehlikeli olabileceğini bilseniz de Rio de Janeiro’ya gitme ve Favelaları yakından görme tutkusu yaratan bir film…

Tanrı Kent ile ilgili küçük bir dipnot; Favelaları görme tutkusunu filmi gördükten sonra tek yaşayan ben değilim sanırım. Çünkü günümüzde Favelalar, Tanrı Kent filminin tüm dünyada gördüğü ilginin de etkisiyle Rio de Janeiro’nun Sugar Loaf Tepesi, Copacapana Plajı ya da Kurtarıcı İsa Heykeli gibi turistik bir mekanı haline gelmişler. İnternette basit bir arama yaptığınızda bile Favela turları düzenleyen pek çok acenteye ulaşabiliyorsunuz... 



2. Ölüm Tarlaları (The Killing Fields, 1984)

Kamboçya



Pran ve Sydney
(Haing S. Nygor, Sam Waterston)
Sanırım pek çok gezgini Kamboçya’ya götüren şey muhteşem Angkor Wat manzaralarıdır. Benimse 2008 Aralığında Siem Reap Havalimanından ülkeye giriş yaparken aklımdaki tek şey yıllar önce izlediğim bu filmdi.

Bildiğiniz gibi 1975 ile 1979 yılları arasında Pol Pot liderliğinde Kamboçya’yı yöneten Kızıl Khmerler, yaklaşık 2 Milyon -hatta bazılarına göre daha fazla- insanı sistemli bir şekilde öldürdüler. Batı dünyasının, büyük olasılık Kamboçya’nın petrol ya da doğal gaz benzeri bir zenginliği olmadığı için pek ilgi göstermediği bu “soykırım” üzerine yapılmış –yanılmıyorsam- Batı’da çekilmiş tek film de bu.

Yönetmenliğini Roland Joffe'nin yaptığı bu insanı sarsan film, New York Times muhabiri Sydney Schanberg (Sam Waterston) Kamboçyalı meslektaşı Dith Pran’ın (Haing S. Nygor ki bu filmle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ı almış) öyküsünü anlatıyor.

Ülkedeki iç savaşı takip etmek üzere Kamboçya’ya gelen Sydney kendisine tercümanlık eden Pran’la birlikte Vietnam Savaşını kaybetme üzere olan Amerikan Ordusunun bombaladığı bir köydeki sivil kayıplarla ilgili haber yapmak için zorlu bir seyahate çıkarlar. Başkent Phnom Phen’e döndüklerinde İç savaş sona ermiş, savaşın galibi Kızıl Khmer’ler başkenti ele geçirmek üzeredirler. Bu arada Amerikan Ordusu Vietnam’dan geri çekilirken Kamboçya’dan da bazı sivilleri tahliye eder. Ailesini Amerikan Helikopterlerine bindiren Pran, biraz da Sydney’in etkisiyle Kamboçya’da kalır, birlikte haber yapmaya devam ederler. Fakat Kızıl Khmer’lerin duruma hâkim olması sonucu ülkedeki durum tehlikeli bir hal almaya başlayınca Fransız Büyükelçiliğine sığınırlar. Yabancı pasaportu olanlar canlarını kurtarırken Pran Kızıl Khmerlerin eline düşüp Ölüm Tarlaları’na yani insanların dayanılmaz işkencelere maruz kaldığı çalışma kamplarına gönderirlir…

Filmin sonrası Ölüm Tarlalarında Pran’ın esaretini ve yaşadığı işkenceleri anlatır. En sonunda kaçmayı başaran Pran Tayland sınırındaki mülteci kamplarına ulaştığında sene 1979’dur…

Film izlerken gördüklerininiz gerçek olduğuna inanmak istemediğiniz, insanı sarsan filmlerden. Fakat Kamboçya’ya gidip de Kızıl Khmerlerin kendi insanlarına yaptığı soykırımın izleriyle karşılaştığınızda gerçekte yaşananların filmde anlatılanlardan çok daha kötü olduğunu fark ediyorsunuz. 

Her ne kadar insanoğlunun kendi türüne karşı ne kadar acımasız olabileceğini gösterip sizi rahatsız etse de bence Kamboçya'yı görme istediği uyandıran bir film.

Filmle ilgili bir not; Filmin ilk rolüyle Oskar kazanan oyuncusu Haing S. Nygor kendisi de Ölüm Tarlalarında 4 yıl geçirmiş Kamboçyalı bir doktor. O da filmin ana karakteri Pran gibi kamplardan Tayland’a kaçmayı başarmış.

Son olarak söylemek istediğim; Başkent Phnom Pehn’de kendi halinde bir Liseyken Kızıl Khmerlerin Hapishaneye dönüştürüp 20 Bin kadar mahkûmu akıl almaz işkencelerle öldürdüğü, günümüzde ise Soykırım Müzesi haline getirilmiş Tuol Sleng'in koridorlarında yürüken ya da yine müze haline dönüştürülmüş Ölüm Tarlalarından birindeki Choeung Ek anıtında sergilenen kurbanlara ait kafataslarını izlerken insanoğlunun kendi türüne karşı nasıl olup da bu kadar acımasız olabileceğini anlamakta zorlanıyor insan… 



3. Motosiklet Günlüğü (Diarios de Motocicleta, 2004)
Güney Amerika


Harika bir yol filmi olan Motorsiklet Günlüğü, 20’li yaşlardaki Ernesto “Che” Guevera’nın henüz bir Tıp öğrencisiyken yakın arkadaşı Alberto Granada ile 1950’li yılların Güney Amerika’sında La Paderosa ismini verdikleri motosikletleriyle yaptıkları yolculuğun öyküsüdür.

İkili 9 ay içerisinde Buenos Aires’ten yola çıkıp önce Arjantin’in Atlantik kıyısına, oradan uçsuz bucaksız pampaları ve And Dağlarını aşarak Şili’ye, oradan Kuzey’e Peru ve Kolombiya’ya kadar süren yaklaşık 14 Bin kilometre yol yaparlar.

Che rolünde muhteşem Amores Perros (Paramparça Aşklar-Köpekler, 2000) da tanıdığımız Gael Garcia Bernal, Granada rolünde ise Rodrigo de la Serna’nın oynadığı filmin yönetmeni Walter Salles.

Güney Amerika’nın yerli halklarının yaşadığı sömürü, eşitsizlik ve fakirlik ile karşılaşan genç Ernesto’nun yolculuğu sona erdiğinde, adeta içindeki devrimci ruh açığa çıkmış, sonunda onu tüm dünyanın tanıyacağı Che’ye dönüşümü başlamıştır. 

Bu filmi izleyip de Güney Amerika’ya gidip, bir motosiklet kiralayıp aynı rotada Ernesto ve Alberto’nun izlerini sürme hayalleri kurmayan yoktur sanırım. Basit bir Google taraması sonucunda görebileceğiniz gibi bunu yapmış pek çok da gezgin var. Kim bilir belki bir gün…

Dipnot; Filmin Machu Picchu’da geçen sahnesini çok severim. Sahnede antik kentin duvarları arasında gezerken Ernesto şöyle der; “Hiç bilmediğin bir dünya için nostalji hissetmek nasıl mümkün olabilir ki? Bunu (Machu Picchu’yu) inşa eden bir uygarlık "bunu" inşa edebilmek için nasıl yok edilebilir?” Burada "bunu" derken kastettiği, sahnede beliren “çirkin” Lima şehridir. Sahneyi merak edenler tıklasınlar lütfen…



4. Bir Konuşabilse… (Lost in Translation, 2003)

Tokyo, Japonya



Scarlet Johansonn ve Bill Murray
En iyi Özgün Senaryo Oscar’ı almış bu film, insanda en az bir Haruki Murakami romanı kadar Japonya’ya gitme arzusu uyandırıyor.

Soffia Coppola’nın senaryosunu yazıp yönettiği bu filmin başrollerinde Bill Murray ve Scarlet Johansonn oynuyorlar.

Kariyerinin sonlarına gelmiş Amerikalı film yıldızı Bob Harris (Bill Murray) bir viski reklamı için Tokyo’dadır. Yeni üniversiteyi bitirmiş Charlotte (Scarlet Johansonn) ise ünlülerin fotoğraflarını çeken eşinin peşinden Tokyo’ya gelmiştir. İkisinin yolları kaldıkları otelin barında kesişir. Bob orta yaş krizi yaşamaktadır, 25 yıllık eşi ile sorunları vardır, Charlotte eşi ile bir geleceği olduğundan emin değildir. Filmin sonrasında yalnızlık duygusu, uyumsuzluk, uykusuzluk ve Amerikalı 2 kahramanın modern Tokyo’da yaşadıkları kültür şoku anlatılır.

Hala izlemediyseniz bir an önce mutlaka izlemenizi önereceğim bu film Tokyo’yu da kişisel görülmesi gereken şehirler listenize ekleyecektir.


5. Indiana Jones, Son Macera (Indiana Jones and the The Last Crusade, 1989) 
Petra Vadisi, Ürdün


Baba-Oğul Jones'lar ve Sallah
El Hazne'nin önünde
Bir kere en baştan kabul edelim; Indiana Jones serisinin herhangi bir filmindeki herhangi bir sahne, gezgin ruhların aklına bir sonraki destinasyonu kolaylıkla düşürebilir. Her ne kadar filmlerdeki bazı sahneler gerçekte olduklarından farklı yerlerde gösterilseler de... Sözgelimi; Mart ayında Iguazu'nun Brezilya tarafını gezerken rehberimiz Eduardo, serinin son filmi Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı’nda şelaleler Peru’daymış gibi gösterildiği için kızgındı… Keza bu filmde de kahramanlarımız Petra Vadisine İskenderun şehrinden giderler. Keşke diyor insan değil mi?

İşte bu film de serinin en iyi filmi olmasa da Petra’yı aklıma ilk kez düşürdüğü için benim için önemlidir. Filmin Ürdün’deki Petra Antik kentinde çekilmiş malum sahnesi unutulmazdır; hani Kutsal Kâse’nin peşindeki Indiana Jones (Harrison Ford), babası Profesör Henry Jones (Sean Connery), dostları Marcus Brody (Denholm Elliot) ve Indy’nin Mısırlı Dostu Sallah (John Rhys-Davies) yüksek kayalıklarla çevrili, dar bir kanyonu atlarıyla geçtikten sonra bir anda kendilerini Petra’nın kayalara oyulmuş olağanüstü yapısı El Hazne’nin karşısında bulurlar… (meraklısı için sahnenin link'i)


Filmle ilgili söylemeden duramayacağım bir not. Orjinalinden çevirecek olsak (Indiana Jones and the Last Crusade) Indiana Jones, Son Haçlı olması gereken filmin Türkiye’de gösterildiği şekliyle ismi "Indiana Jones, Son Macera"... Sanırım filmi Türkiye’ye getirenler seride bir 4. film daha olacağını öngörememişler. Umarım daha fazlası da olur, gezgin ruhlara daha çok ilham vermek için.




6. Küs Kardeşler Limited Şirketi (The Darjeeling Limited, 2007)
Hindistan


J. Swartzman, A. Brody ve O. Wilson
Aslında listede bu filmin yerine The Best Egzotic Marigold Hotel (Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili, 2011)  veya meşhur 8 Oscar’lı Slumdog Millionaire de olabilirdi. Hatta biraz daha eski 1992 yapımı Patrick Swayze’li City of Joy. Neden listeye bu filmi aldığımı sormayın, ben de bilmiyorum. Belki Owen Wilson, Adrian Brody ve Jason Swartzman üçlüsünü çok sevdiğimden, belki filmin harika soundtract albümü nedeniyle belki de en son bu filmi izlediğimden…

Yönetmenliğini Wes Anderson’un yaptığı filmin başrollerinde 3 kardeşi oynayan Wilson, Brody ve Schartzman’ın dışında Bill Murray ve Angelika Huston’da var.

Film babalarının cenazesinden beri birbirlerini görmeyen 3 kardeşin, Hindistan’da “hayali” Darjeeling Limited isimli lüks trenle yaptıkları yolculuğu anlatıyor. Bu seyahati organize eden kardeşlerden Francis (Wilson) kardeşlerine amacının birlikte kendilerini bulacakları ruhsal bir yolculuğa çıkmak olduğunu söylese de gerçekte amacı yolculuklarının sonunda onları bekleyen anneleri (A. Huston) ile buluşmak, aileyi bir araya getirmek.

Film boyunca başlarına gelenler ancak insanın başına Hindistan’da gelecek türden şeyler… Bol miktarda inanılmaz Hindistan (Incredible India!) manzaraları içeren eğlenceli bir film…



7. Bruj’da (In Bruges, 2008)
Bruj, Belçika.




Ken (Brendan Gleeson ve
Ray (Collin Farrel)
Bruj şehrini bu filmden önce bilen kaç kişi vardı acaba?

İsminin Flamancası Brugge, Fransızcası Bruges olan bizimse Bruj diye okuduğumuz bu şehir Belçika’nın Flamanca konuşulan bölgesinde yer alıyor ve kent merkezinin nüfusu yaklaşık 20 bin. İkinci dünya savaşında bombalanmadığından ortaçağdan kalma mimarisi hala korunan bu şehir kanalları, çikolata mağazaları ve birası ile ünlü turistik bir kent.

Filmin konusuna gelirsek; Londralı 2 tetikçi Ray (Collin Farrel) ve Ken (Brendan Gleeson) son işleri ters gidince bir süre ortadan kaybolmaları için patronları Harry (Ralph Fiennes)  tarafından gözlerden uzak bir yere, Bruj’a gönderilirler.  Burada Harry’nin bir sonraki emrini beklerlerken Ken bu kentin tadını bir turist gibi çıkartmaya çalışır, Ray ise Bruj’dan nefret etmektedir. Fakat Ray, o sırada Bruj’da film çekmekte olan Amerikalı gruptan Chloe (Clemence Poesy) ile tanışınca bu şehrin o kadar da kötü olmadığını fark eder. Diğer yandan bu adeta ortaçağdan kalma bir masal dünyası şehir Ken’in de hayata bakışını değiştirmiştir. Patronları Harry’den bir sonraki işleriyle ilgili emir geldiğinde işler karışır.  

Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği bu IMDB puanı 8 olan film “iyi film” olmanın ötesinde Bruj’a gitme düşüncesini de kafanıza da sokuyor.

Genelde Avrupa’ya gitmek fikrinden pek hazzetmesem de Bruj’u bu filmden sonra listeme aldım. 


8. Tibet’te 7 Yıl (7 Years in Tibet, 1997)
Tibet


Dalay Lama ve Heinrich Harrer (Brad Pitt)
Oldukça uzun olmasına rağmen sırf içerdiği bolca harika birer fotoğraf karesi tadındaki sahnelerin hatırına keyifle izlenecek bir film, hele de benim gibi Nepal, Bhutan ve Tibet üçlüsüne meraklıysanız.

Film Avusturyalı dağcı ve gezgin Heinrich Harrer’in yaşamını anlattığı kitaptan yola çıkılarak yapılmış.

Yönetmenliğini Jean-Jacques Annaud’un yaptığı filmin konusuna gelince; egoist ve uyumsuz Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer (Brad Pitt), Nazi Almanya’sını onurlandırmak için İngilizlerin yönetimi altındaki Hindistan’daki Nanga Parbat’ın zirvesine çıkmak ister. (Bugün Pakistan sınırları içerisinde yer alan dünyanın en yüksek 9. zirvesi…). Ekip arkadaşlarıyla birtakım sorunlar yaşayan Heinrich ekip arkadaşlarıyla birtakım sorunlar yaşarken 2. Dünya Savaşı Patlak verir, İngilizler tarafından tutuklanır ve esir kampına yerleştirilirler. Başarısız birkaç kaçma teşebbüsünün ardından Hienrich arkadaşı Peter Aufschnaiter (David Thewlis) ile birlikte kaçmayı başarır. İkili Himalayaları aşarak Kutsal Şehir Lhasa’ya, Tibet’e ulaşırlar. Yabancılara yasak olan bu şehrin insanları yabancı olsalar da Heinrich ve Peter’ı aralarına kabul ederler. Peter evlenirken, Heinrich 11 yaşındaki dini lider Dalay Lama’nın arkadaşı olur…

Heinrich’in Tibet’de geçirdiği 7 yılla birlikte insan olarak geçirdiği değişimi harika manzaralar eşliğinde izlemek çok keyifli. Eğer hala izlemediyseniz kaçırmayın derim…

Son olarak filmden aklımda kalmış bir söz; Dalay Lama Heinrich’e dönüp şöyle der: “Sence bir gün insanlar sinema perdesinde Tibet'i izleyip, bize ne olduğunu merak eder mi?”


9. Paris, Seni Seviyorum (Paris, J’taime, 2006)
Paris


Paris’i ve Aşkı anlatan 20 farklı yönetmenin çektiği 20 kısa filmden oluşan bir film. Her bir öykü Paris’in farklı bir “Arrondissement” denilen bölgesinde çekilmiş ve çekildiği bölgenin ismini almış; Montmarte, Tour Eiffel (Eyfel Kulesi), Pigal veya Tuileries gibi…

Yönetmenlerinin arasında Gus Van Sant, Joel ve Ethan Coen kardeşler, Wes Craven, Tom Tykwer, Alfonso Cuaron gibi ismlerin yer aldığı filmin oyuncu kadrosu da bir hayli zengin; Steve Buscemi, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Nick Nolte, Maggie Gyllenhaal, Olga Kurylenko, Natalie Portman ve daha bir sürü isim… 

Paris manzaraları eşliğinde farklı aşklara ait öyküler var. Sözgelimi; Genç sevgilisi için artık sevmediği karısını bırakmak üzereyken, karısının ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrenip, karısının son günlerinde yanında olmak için genç sevgilisini terk eden ve karısına yeniden âşık olan bir adamn (Sergio Castellito) öyküsü. Ya da bir film çekimi için bulunduğu Paris’de esrar satın aldığı satıcıya ilgi duyup karşılık alamayınca hayal kırıklığına uğrayan Amerikalı Aktris (Maggie Gyllenhaal). Ya da fantastik bir aşk; bir gece ıssız bir Paris sokağında karşısına çıkan vampirle tuhaf bir aşk yaşayan sırt çantalı turistin öyküsü (Sırtçantalı turist rolünde "Frodo" Elijah Wood, vampir rolünde ise Olga Kurylenko)...


İzlediğim Paris’de geçen onlarca filmin arasından bunu seçmemin nedeni sanırım Paris’in kendisinin de filmin bir karakteri olması. Paris ve Aşkı anlatan güzel bir film…



10. Özgürlük Yolu (Into the Wild, 2007)
Alaska


Mutlu olmak için insan ilişkilerine ihtiyacın yok,
Tanrı hepimizin çevresine mutluluğu yerleştirmiştir...
Sean Penn’i oyuncu olarak severim, politik görüşlerinden ötürü ayrıca severim…

Yönetmenliğini Sean Penn’in yaptığı bu filmi trajik sonu nedeniyle pek sevmesem de önemli bir filmdir.

Gerçek bir öyküye dayanan film başarılı bir öğrenci ve atlet olan Chris McCandless’ın (Emile Hirsh) üniversiteden mezun olduktan sonra, kendisini bekleyen parlak geleceği boş verip, sahip olduğu her şeyden vazgeçmesini, tek başına,  ıssız vahşi doğada yaşamak için otostopla Alaska’ya gidişini anlatır. Yola çıkmadan önce tüm birikimi olan 24 Bin Doları hayır kurumlarına bağışlayan Chris, yolculuğu boyunca farklı insanlarla tanışır ve sonunda herkesten ve her şeyden uzakta, Alaska’daki bir Ulusal Parkta bulduğu terkedilmiş bir otobüste yaşamaya başlar…

Filmin açılışında ekranda Lord Byron’un aşağıdaki dizeleri görülüyor;

"Ücra ormanlarda bir haz vardır; 
Issız kıyılarda mest olurum;
Kimsenin rahatsız etmediği bir çevre vardır, derin denizlerde
Ve uğultusunda bir şarkı vardır;
İnsanı daha az sevmem ama Doğayı ondan çok severim..."

Chris’in öyküsü adeta karmaşık “kirli” şehir yaşamından saf ve “temiz” doğaya dönüşün öyküsüdür…  Aradığı mutluluğu yalnızlıkta ve doğada bulmasının öyküsüdür.

Hepimizin, özellikle de her gezginin içindeki “kaçıp gitme” duygusunu yeniden uyandıran bir film. Her ne kadar Chris için bu kaçış trajik bir şekilde sonlansa da güzel bir film…

...

Son Not: En başta da dediğim gibi bu “kişisel” bir liste. Eğer önereceğiniz, eklemek istediğiniz filmler varsa yorum kısmına bir not düşüverin. İzlemediysem bile izler belki ikinci bir 10 filmlik liste yaparım…


Etiketler: ,