|
J. Swartzman, A. Brody ve O. Wilson |
Aslında listede bu filmin
yerine The Best Egzotic Marigold Hotel (Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili,
2011) veya meşhur 8 Oscar’lı Slumdog
Millionaire de olabilirdi. Hatta biraz daha eski 1992 yapımı Patrick Swayze’li
City of Joy. Neden listeye bu filmi aldığımı sormayın, ben de bilmiyorum. Belki
Owen Wilson, Adrian Brody ve Jason Swartzman üçlüsünü çok sevdiğimden, belki
filmin harika soundtract albümü nedeniyle belki de en son bu filmi izlediğimden…
Yönetmenliğini Wes
Anderson’un yaptığı filmin başrollerinde 3 kardeşi oynayan Wilson, Brody ve
Schartzman’ın dışında Bill Murray ve Angelika Huston’da var.
Film babalarının
cenazesinden beri birbirlerini görmeyen 3 kardeşin, Hindistan’da “hayali”
Darjeeling Limited isimli lüks trenle yaptıkları yolculuğu anlatıyor. Bu
seyahati organize eden kardeşlerden Francis (Wilson) kardeşlerine amacının
birlikte kendilerini bulacakları ruhsal bir yolculuğa çıkmak olduğunu söylese
de gerçekte amacı yolculuklarının sonunda onları bekleyen anneleri (A. Huston)
ile buluşmak, aileyi bir araya getirmek.
Film boyunca başlarına
gelenler ancak insanın başına Hindistan’da gelecek türden şeyler… Bol miktarda
inanılmaz Hindistan (Incredible India!) manzaraları içeren eğlenceli bir film…
7. Bruj’da (In Bruges,
2008)
Bruj, Belçika.
|
Ken (Brendan Gleeson ve Ray (Collin Farrel) |
Bruj şehrini bu filmden
önce bilen kaç kişi vardı acaba?
İsminin Flamancası Brugge,
Fransızcası Bruges olan bizimse Bruj diye okuduğumuz bu şehir Belçika’nın Flamanca
konuşulan bölgesinde yer alıyor ve kent merkezinin nüfusu yaklaşık 20 bin.
İkinci dünya savaşında bombalanmadığından ortaçağdan kalma mimarisi hala
korunan bu şehir kanalları, çikolata mağazaları ve birası ile ünlü turistik bir
kent.
Filmin konusuna gelirsek;
Londralı 2 tetikçi Ray (Collin Farrel) ve Ken (Brendan Gleeson) son işleri ters
gidince bir süre ortadan kaybolmaları için patronları Harry (Ralph Fiennes) tarafından gözlerden uzak bir yere, Bruj’a
gönderilirler. Burada Harry’nin bir
sonraki emrini beklerlerken Ken bu kentin tadını bir turist gibi çıkartmaya
çalışır, Ray ise Bruj’dan nefret etmektedir. Fakat Ray, o sırada Bruj’da film
çekmekte olan Amerikalı gruptan Chloe (Clemence Poesy) ile tanışınca bu şehrin
o kadar da kötü olmadığını fark eder. Diğer yandan bu adeta ortaçağdan kalma bir
masal dünyası şehir Ken’in de hayata bakışını değiştirmiştir. Patronları Harry’den
bir sonraki işleriyle ilgili emir geldiğinde işler karışır.
Martin McDonagh’ın yazıp
yönettiği bu IMDB puanı 8 olan film “iyi film” olmanın ötesinde Bruj’a gitme
düşüncesini de kafanıza da sokuyor.
Genelde Avrupa’ya gitmek
fikrinden pek hazzetmesem de Bruj’u bu filmden sonra listeme aldım.
8. Tibet’te 7 Yıl (7
Years in Tibet, 1997)
Tibet
|
Dalay Lama ve Heinrich Harrer (Brad Pitt) |
Oldukça uzun olmasına
rağmen sırf içerdiği bolca harika birer fotoğraf karesi tadındaki sahnelerin
hatırına keyifle izlenecek bir film, hele de benim gibi Nepal, Bhutan ve Tibet
üçlüsüne meraklıysanız.
Film Avusturyalı dağcı ve
gezgin Heinrich Harrer’in yaşamını anlattığı kitaptan yola çıkılarak yapılmış.
Yönetmenliğini Jean-Jacques
Annaud’un yaptığı filmin konusuna gelince; egoist ve uyumsuz Avusturyalı dağcı
Heinrich Harrer (Brad Pitt), Nazi Almanya’sını onurlandırmak için İngilizlerin
yönetimi altındaki Hindistan’daki Nanga Parbat’ın zirvesine çıkmak ister. (Bugün
Pakistan sınırları içerisinde yer alan dünyanın en yüksek 9. zirvesi…). Ekip
arkadaşlarıyla birtakım sorunlar yaşayan Heinrich ekip arkadaşlarıyla birtakım
sorunlar yaşarken 2. Dünya Savaşı Patlak verir, İngilizler tarafından tutuklanır
ve esir kampına yerleştirilirler. Başarısız birkaç kaçma teşebbüsünün ardından
Hienrich arkadaşı Peter Aufschnaiter (David Thewlis) ile birlikte kaçmayı
başarır. İkili Himalayaları aşarak Kutsal Şehir Lhasa’ya, Tibet’e ulaşırlar. Yabancılara
yasak olan bu şehrin insanları yabancı olsalar da Heinrich ve Peter’ı aralarına
kabul ederler. Peter evlenirken, Heinrich 11 yaşındaki dini lider Dalay Lama’nın
arkadaşı olur…
Heinrich’in Tibet’de
geçirdiği 7 yılla birlikte insan olarak geçirdiği değişimi harika manzaralar eşliğinde
izlemek çok keyifli. Eğer hala izlemediyseniz kaçırmayın derim…
Son olarak filmden
aklımda kalmış bir söz; Dalay Lama Heinrich’e dönüp şöyle der: “Sence bir gün
insanlar sinema perdesinde Tibet'i izleyip, bize ne olduğunu merak eder mi?”
9. Paris, Seni Seviyorum
(Paris, J’taime, 2006)
Paris
Paris’i ve Aşkı anlatan 20 farklı yönetmenin çektiği 20 kısa filmden oluşan bir film. Her bir öykü
Paris’in farklı bir “Arrondissement” denilen bölgesinde çekilmiş ve çekildiği
bölgenin ismini almış; Montmarte, Tour Eiffel (Eyfel Kulesi), Pigal veya
Tuileries gibi…
Yönetmenlerinin arasında
Gus Van Sant, Joel ve Ethan Coen kardeşler, Wes Craven, Tom Tykwer, Alfonso
Cuaron gibi ismlerin yer aldığı filmin oyuncu kadrosu da bir hayli zengin;
Steve Buscemi, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Nick Nolte, Maggie Gyllenhaal,
Olga Kurylenko, Natalie Portman ve daha bir sürü isim…
Paris manzaraları eşliğinde farklı aşklara ait öyküler var. Sözgelimi; Genç sevgilisi için artık
sevmediği karısını bırakmak üzereyken, karısının ölümcül bir hastalığı olduğunu
öğrenip, karısının son günlerinde yanında olmak için genç sevgilisini terk eden
ve karısına yeniden âşık olan bir adamn (Sergio Castellito) öyküsü. Ya da bir film çekimi için
bulunduğu Paris’de esrar satın aldığı satıcıya ilgi duyup karşılık alamayınca hayal
kırıklığına uğrayan Amerikalı Aktris (Maggie Gyllenhaal). Ya da fantastik bir aşk; bir gece ıssız bir Paris sokağında karşısına
çıkan vampirle tuhaf bir aşk yaşayan sırt çantalı turistin öyküsü (Sırtçantalı turist rolünde "Frodo" Elijah Wood, vampir rolünde ise Olga Kurylenko)...
İzlediğim Paris’de geçen
onlarca filmin arasından bunu seçmemin nedeni sanırım Paris’in kendisinin de
filmin bir karakteri olması. Paris ve Aşkı anlatan güzel bir film…
10. Özgürlük Yolu (Into the Wild, 2007)
Alaska
|
Mutlu olmak için insan ilişkilerine ihtiyacın yok, Tanrı hepimizin çevresine mutluluğu yerleştirmiştir... |
Sean Penn’i oyuncu olarak
severim, politik görüşlerinden ötürü ayrıca severim…
Yönetmenliğini Sean Penn’in
yaptığı bu filmi trajik sonu nedeniyle pek sevmesem de önemli bir filmdir.
Gerçek bir öyküye dayanan
film başarılı bir öğrenci ve atlet olan Chris McCandless’ın (Emile Hirsh) üniversiteden
mezun olduktan sonra, kendisini bekleyen parlak geleceği boş verip, sahip
olduğu her şeyden vazgeçmesini, tek başına, ıssız vahşi doğada yaşamak için otostopla
Alaska’ya gidişini anlatır. Yola çıkmadan önce tüm birikimi olan 24 Bin Doları hayır kurumlarına bağışlayan Chris, yolculuğu boyunca farklı insanlarla
tanışır ve sonunda herkesten ve her şeyden uzakta, Alaska’daki bir
Ulusal Parkta bulduğu terkedilmiş bir otobüste yaşamaya başlar…
Filmin açılışında ekranda
Lord Byron’un aşağıdaki dizeleri görülüyor;
"Ücra ormanlarda bir haz
vardır;
Issız kıyılarda mest olurum;
Kimsenin rahatsız
etmediği bir çevre vardır, derin denizlerde
Ve uğultusunda bir şarkı
vardır;
İnsanı daha az sevmem ama
Doğayı ondan çok severim..."
Chris’in öyküsü adeta
karmaşık “kirli” şehir yaşamından saf ve “temiz” doğaya dönüşün öyküsüdür… Aradığı mutluluğu yalnızlıkta ve doğada
bulmasının öyküsüdür.
Hepimizin, özellikle de
her gezginin içindeki “kaçıp gitme” duygusunu yeniden uyandıran bir film. Her
ne kadar Chris için bu kaçış trajik bir şekilde sonlansa da güzel bir film…
...
Son Not: En başta da
dediğim gibi bu “kişisel” bir liste. Eğer önereceğiniz, eklemek istediğiniz
filmler varsa yorum kısmına bir not düşüverin. İzlemediysem bile izler belki
ikinci bir 10 filmlik liste yaparım…