Nedense, Afrika dediğiniz
zaman pek çok insanın kafasında beliren, kocaman bir kıta değil de tek bir ülke
sanki; dünya haritasında ilk bakışta göze batacak boyutlarda yer kaplayan, büyükçe bir
ülke; ABD, Brezilya veya Hindistan gibi sözgelimi. Oysa Afrika çok büyük; tam
32,2 Milyon kilometrekare. Dünyanın ikinci büyük kıtası.
Birincisi virüsün bulaşması
için mutlaka bir Ebola hastası ile temasın gerekli olması. Hastalık Ebola
virüsü taşıyan birinin kanı, kusmuğu, dışkısı gibi vücut sıvılarıyla, yaralı
cilt, ağız ya da burun üzerinden doğrudan bir temas olmadıkça bulaşmıyor...
Hasta olduğu bilinen kişilerden uzak durmak yeterli anlayacağınız.
İkincisi de hastalık
kuluçka süresi boyunca bulaşmıyor. Yani virüsü kapıp da hastalık belirtilerinin
henüz ortaya çıkmadığı o “sinsi” süre boyunca bulaştırıcı değil. Demek
istediğim uçakta yanınız oturan siyahi yolcu Sierra Leone’den bile geliyor
olsa, eğer öksürmüyor ve hapşırmıyorsa veya yol boyunca kusmadıysa
korkmayın...
Benim bu seyahatte
önemsediğim ise Ebola falan değil Malarya idi; yani bildiğiniz Sıtma. Bizim programda da yer alan Botsvana’nın kuzeyi sıtma açısınan yeryüzündeki en riskli
bölgelerden biri. Her ne kadar bizim gittiğimiz dönem, Kasım ve Haziran arasındaki yağmurlu mevsim kadar Sıtma açısından riskli olmasa da yine de tedbirli olmakta fayda var.
İnternette seyahat
sağlığı ile ilgili tüm sitelerde bulabileceğiniz korunma önerisini ben de
uyguladım; günlük 100 mg Doksisiklin; yani günde bir kez Tetradox kapsül. Sıtma
riski olan bölgeye gitmeden 2-3 gün önce başlıyorsunuz ve seyahatiniz boyunca ve
döndükten sonra 1 hafta daha kullanıyorsunuz. (Klasik bilgi olarak seyahat
sonrası 4 hafta devam edilmesi gerektiği söyleniyor bu arada, fakat yağmurlu
mevsimde gitmediyseniz ve de ısırılmadıysanız pek gerek yok bence, ama karar
sizin...)
Bir küçük not daha;
seyahat sitelerinde sözü edilen Sıtma’dan koruyucu diğer ilaçları (Meflokin, Klorokin vb) bulmanız çok
zor, hiç uğraşmayın.
Ve tabii ki en önemli
korunma yöntemi hastalığı size taşıyan sivri sinekleri bedeninizden uzak tutmak
olmalı. Kokusundan hoşlandığınız herhangi bir sinek kovucu spreyden bol
miktarda yanınızda olsun derim.
Bu kadar hastalık
muhabbetinden sonra artık seyahatle ilgili bir şeyler yazmaya başlamalı değil
mi?
Az önce Afrika büyük diye
bir sürü şey yazdım ya, işte bunu daha seyahatin başında Johannesburg’a uçarken
fark ediyorsunuz; uçuş tam 9,5 saat sürüyor. (Ve evet itiraf ediyorum, 4. saatten sonra gezginliğin
ruhuna ihanet edip daha zengin olup Business Class’da uçma hayalleri kurdum...)
Johannesburg’un modern
O.R Tambo Havalimanından sadece birkaç saatliğine de olsa Güney Afrika
Cumhuriyetine giriş yapıyoruz. Valizleri aldıktan sonra Terminal A’dan Terminal
B’ye geçip Namibya’nın başkenti Windhoek’e doğru yola çıkacağız. Terminal
A’dan B’ye dediysem, gözünüzde büyütmeyin, sadece ortada büyükçe yuvarlak bir
alan bile birbirine bağlanmış iki ince uzun bina... Rehberimiz Uraz ile Ben
Windhoek’e farklı bir uçakla gidiyoruz. Grubun kalanı Air Namibia ile saat
12.10’da uçarken bizim British Airways uçağımız 15 dakika daha erken. Yani
acele etmeliyiz. Uraz grupla ilgilenirken Ben de check-in için British Airways kontuarına yöneliyorum. Ve bulamıyorum. Ben etrafımdaki tabelalara bakarken
görevli gibi görünen biri yaklaşıp “Nasılsınız? Yardımcı olabilir miyim, Sir?”
diyor. Ben de British Airways deskini aradığımı söylüyorum. Hemen kolumdan
tutup benimle yürümeye başlıyor. Yol boyunca sohbet ederek, hızlı adımlarla
ilerliyoruz. British Airways terminalin diğer ucunda. İyice yaklaştığımızda
bana “Artık Bana birkaç dolar verirsin, değil mi Sir?” diyor. Biraz pazarlıkla
5 Dolardan 3 Dolara iniyorum. Teşekkür edip gidiyor. Daha sonra bunun
Johannesburg Havalimanında olağan bir iş kolu olduğunu fark ediyorum.
(Aynı durumda dönüşte bu
numarayı yemedim ama. Tecrübeliydim ne de olsa, bir sürü yardım talebine karşı
direndim ve THY kontuarını kendim buldum, 3 dolar yani bugünkü kurla neredeyse 7 TL
kazançlıyım!)
Yaklaşık 2 saatlik uçuşun
ardından ulaştığımız Namibya’nın başkenti Windhoek’un Hosea Kutako Havalimanı terminal
binasına, elinde uzaktan ateşimizi ölçen bir cihazla bizi karşılayan sağlık
görevlisine “Hello” diyerek giriyoruz. Sağlık görevlisinden hemen önce uçaktan
binaya öylece yürürken bizi karşılayan ise cidden sıcak hava. Pasaport kontrolü
sırasından sonra, duvarında ülkenin Cumhurbaşkanı ve Başbakanının kocaman
fotoğraflarının asılı olduğu küçük
bir ofisin önünde Namibya Vizesinin pasaportlarımıza işlenmesi için bekliyoruz.
Kibar bir görevli Nar Gezi’nin önceden aldığı fotoğraflı vize belgelerini
topluyor, pasaportlarımıza birer kaşe basıp üzerini dolduruyor. Bunu yaparken
de tek tek hatırımızı soruyor.
Terminal binasından
çıkmadan önce para bozduruyoruz. Bloğuma biraz da işe yarar bilgiler koymak
adına para konusunda bilgi vereyim; Namibya’nın para birimi Namibya
Doları (NAD) ve 1 Amerikan Doları hemen hemen 11 Namibya Doları ediyor. Ülkede
Güney Afrika Cumhuriyeti Rand’ı ile her yerde alışveriş yapabilirsiniz hatta
benim gibi farkında bile olmadan, ama Dolar veya Euro kabul edilmiyor. Kredi
Kartını ise ben otellerde ve hediyelik eşya satan bir iki mağazada sorunsuz
kullandım.
Havalimanı çıkışında bizi karşılayan
Namibya’da bizimle birlikte olacak yerel rehberimiz Pendy ve şöförümüz Philippe.
Havalimanından çıkıp yaklaşık
45 km mesafedeki kent merkezine ulaştığımızda saat 16 civarındaydı. Yorgunuz.
Doğrudan otelimiz Safari Court Hotel'e geçiyoruz. Akşam yemeğine daha vakit var, otelin
havuz kenarındaki şezlonglardan birinde uzanıp uyukluyorum. Otelin diğer
müşterilerinin neredeyse tamamı Almanlar, sanırım biri bana tatilde bile Antalya’yı
unutturmak istemiyor.
|
Safari Court Hotel Havuzbaşından, gün batımından hemen önce... |
Yolda gelirken
otobüsümüzün –kamyonumuzun- penceresinden gördüklerimle yaklaşık 350 Bin nüfuslu Başkent Windhoek hakkındaki ilk izlenimim; burası
kafamdaki Afrika imajından çok uzak, oldukça modern ve çok da sıkıcı görünüyor...
Sokaklar sıkıcı görünse
de akşam yemeği için gittiğimiz Joe’s Beerhouse (Joe’nun Bira Evi) oldukça eğlenceli bir mekan. Henüz saat 7
bile değilken inlerle cinlerin top oynadığı Windohoek caddelerinde bir 15
dakika kadar dolandıktan sonra vardığımız Restoran tıklım tıklım turist dolu;
ve evet çoğunluğu Alman. Bu arada Pendy sokakların Cumartesi olduğu için bu
kadar tenha olduğunu söylüyor. "Siz bir de Pazar’ı görün” demiyor ama, der gibi gülümsüyor. Ertesi
sabah görüyoruz...
Joe’s Beerhouse büyük, her
köşedeki dekorasyon için kullanılan bir sürü ilginç objeyi yakından görmek için
dayanamayıp yerinizden kalkıp şöyle bir gezdiğiniz mekanlardan.
Joe'nun menüsünde bol miktarda
av eti var. Buralarda av etlerine genel olarak “Game Meat” veya sadece “Game”
deniyor. Gezinin sonrasında da hemen tüm restoranlarda karşımıza çıkacak lezzetli
Game biftekleriyle de ilk kez bu restoranda karşılaşıyoruz; birer Antilop cinsi olan
Oryx ve Kudu etleri. Tabii ki yanında hiç de fena olmayan Windhoek Birasıyla...
Seyahat öncesinde
Afrika’ya gideceğimi duyan hemen herkes önce Ebola sonra da yemeklerle ilgili
bir yorum yapmıştı. “Aç kalırsın, ne güzel kilo verirsin” benzeri yorumlar.
Fakat kesinlikle bırakın aç kalmayı tıka basa lezzetli yemekler yiyorsunuz.
Hemen tüm Game etleri, Devekuşu eti ve hatta Timsah eti bile hiç fena değil.
Tıka basa kısmını açıklamak için ise aşağıda fotoğrafını paylaştığım menüde
“Türk” kayısısıyla servis edilen Game Fillet Kebab’ın miktarına bakar mısınız?;
400 gram...
|
Menü'ye göz atmak isteyen? |
|
Game Fillet Kebab |
|
Joe's Beerhouse'dan... |
|
Sahi ne zamandan beri? |
|
Sığır etinden bildiğimiz Biftek ve Windhoek Birası |
Joe’s Beerhouse’da yiyip
içtikten sonra otele dönüyoruz. Önceki geceyi ekonomik sınıfın koltuklarında
geçirdikten sonra yeniden yatakta uyumak iyi geliyor.
...
Ertesi sabah başkent
Windhoek’e şöyle bir göz attıktan sonra ülkenin batısında, Atlantik Okyanusu
kıyısındaki şehri Swakopmund’a doğru yola çıkacağız, yaklaşık 280 kilometre...
Son not: Fazla fotoğraf
yok, henüz çok fazla Afrika da yok ama sadece ilk günü anlattım, ilk yazının günahı
olmazmış.
Sürecek