Namibya Botsvana ve Zimbabve Seyahat Notları
|
Neredeen Nereye? |
Neredeyse tamamı
yolculukla geçen bir önceki günü saymazsak gezinin ilk sabahında Namibya’nın
başkenti Windhoek’deyiz ve erkenden “çakma” otobüsümüzle yollara düşüyoruz.
Önce kısa bir şehir turu yapacağız, ardından da hedefimiz Atlas okyanusu
kıyısındaki Swakopmund...
Önce neden “çakma”
otobüs, onu açıklamalı. Namibya’da geçirdiğimiz süre boyunca hemen her gün,
uzun mesafeleri katettiğimiz otobüsümüz besbelli zamanında bir kamyonmuş.
Muhtemelen de oralarda bir sanayi'de arka tarafı otobüs haline getirilmiş. Üst
kısmına açılabilir bölümler eklenmiş ki bu bölümlerin fotoğraf çekebilmek için
ne kadar faydalı olduğunu birkaç gün sonra Etosha Ulusal Parkında anlayacağız.
Aracımızla ilgili son not; Bence bir Ulusoy veya Varan Setra’sı olmasa da
rahattı...
Başkent’te Pazar sabahı,
sokaklar bir hayli tenha. Önceki yazıda da dediğim gibi modern ama sıkıcı bir
şehir. Pek çok sokak ismi hala Almanca olsa da önemli caddelerden birinin ismi
Fidel Castro. Çok sayıda müstakil, genellikle Akdeniz tarzı Villa tipinde ev
var. Etrafları yüksek duvarlarla çevrili, ayrıca duvarların üzerinde de elektrikli
teller var. Hırsızlık çok yaygınmış. Anlayacağınız geceleri tek başınıza
“turist turist” sokaklarda dolaşabileceğiniz şehirlerden değil.
Namibya’nın yüzölçümü
825 Bin kilometrekareden biraz daha fazla (Türkiye’den daha büyük). Nüfusu ise
sadece 2,5 Milyon kadar. Meşhur Şansölye Otto von Bismark önderliğindeki
Almanlar buraları 1884 yılında sömürgeleştirmiş ve sonrasında ülke Alman
Güneybatı Afrika’sı olarak tanınmış (Deutsch-Südwestafrika).
1900’ların hemen
başında, muhtemelen daha sonraki yazılarda kendilerinden ayrıntılı olarak söz
edeceğim Herrero ve Nama kabileleri, Alman sömürgecilere karşı ayaklanmışlar.
Ayaklanma maalesef her iki kabileden yaklaşık 100 bin kişinin katledildiği bir
soykırıma dönüşmüş. Her ne kadar bu rakam Almanların II. Dünya Savaşındaki
Soykırım kariyerine kıyasla oldukça önemsiz gibi görünse de Nama nüfusunun yarısı
Herrero’ların ise yüzde 80’i yok edilmiş. Küçük bir bilgi; dünyanın ilk
“Toplama Kampları” da Afrika’da kurulmuş; İngilizler Güney Afrika’da ve
Almanlar da bu topraklarda inşa etmişler “ilk” Toplama Kamplarını...
Birinci Dünya savaşında,
malum, Almanlar yenilince bu kez Güney Afrikalılar yönetmeye ve sömürmeye
başlamışlar Namibya’yı. Güney Afrika dediysem, Mandela öncesi sömürgeci
beyazlar. Ve Namibya’yı kendi Apartheid’larından daha da kötü, daha acımasız
bir sistemle yönetmişler.
1960’ların sonlarından itibaren, bugün de iktidarda olan SWAPO partisi (South West Africa People’s
Organisation – Güneybatı Afrika Halk Organizasyonu) ve onun silahlı kanadı olan
Namibya Halk Kurtuluş Örgütü’ne bağlı gerillalar özgürlük için mücadeleye
başlamışlar. Uzun, karmaşık ve her zamanki gibi
binlerce genç ve çoğu masum insanın yaşamını kaybettiği bir süreçten
sonra 1990 yılında (yazıyla bin dokuz yüz doksan) Namibya bağımsızlığını elde edebilmiş.
-Bu arada Namibya Özgürlük mücadelesine doğrudan aktif destek veren iki ülke
Küba ve Kuzey Kore olmuş, hatta asker göndermişler...-
Dünya Uranyum üretiminde
dördüncü sırada yer alan Namibya’nın bağımsızlığını sadece 1990 yılında
kazanabilmiş olması bana Kenya’nın kurucu Devlet Başkanı Jomo Kenyatta’nın çok bilinen sözlerini anımsattı;
“Avrupalılar
geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı.
Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık
ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu...”
Bu arada Namibya
nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ı Hristiyan...
Windhoek’de önce Ulusal
Müze’nin hemen yanındaki bir heykele göz atıyoruz. Namibya halkının
sömürgecilere karşı verdiği mücadeleyi simgeleyen bu heykelin kaidesindeki
kabartmada Almanların yaptığı soykırım betimlenmiş, hemen üzerinde de “Their
blood waters our freedom” diye yazıyor. Yani; Özgürlüğümüzü onların kanı
besliyor...
Bu heykelin biraz
ilerisinde de ülkenin kurucusu ve ilk Başkanı Sam Nujoma’nın bir heykeli var;
bir eliyle Namibya Anayasasını havaya kaldırır halde...
Ardından bir süre eski lokomotif
ve tren vagonlarının sergilendiği Windhoek İstasyonunda oyalandıktan sonra kentin
büyük mağaza, Restoran ve kafelerle dolu merkezi bölgesine ama kapalı
mağazaları değil göktaşlarını görmeye gidiyoruz.
Gibeon olarak
adlandırılan bu taşlar prehistorik dönemde Namibya’ya düşen meteoritler. Tarih
boyunca bilinen en büyük meteorit yağmuru buymuş ve 360 kilometre uzunluğunda ve
110 kilometre genişliğinde bir alanı etkilemiş. Yerli Nama Halkının yüzyıllardır
çeşitli aletler yapmakta kullandığı bu meteoritleri ilk fark eden J. E.
Alexander isimli bir İngiliz kaşif olmuş. Alexander, 1836 yılında bölgede araştırma yaparken taşlarda bir tuhaflık
olduğunu gördükten sonra birkaç tanesini İngiltere’ye göndermiş ve orada
yapılan araştırma taşların dünya dışı olduğunu ortaya çıkarmış. Demir ve Nikel
yapısındaki meteoritlerden bir bölümü tüm dünyadaki araştırma enstitülerine
bağışlanmış, bir kısmı da bugün Windhoek’de –ki ağırlıkları 195 ve 555 kilogram
arasında değişiyormuş- sergileniyormuş. Biz de, şehrin tam da ticari merkezinde,
küçük bir meydanda modern bir heykel izlenimi yaratan bu “dünya dışı”
meteoritleri inceleyip ardından Swakopmund’a doğru yola koyuluyoruz.
|
Namibya Halkının sömürgeci Almanlara karşı verdiği mücadelenin anısına yapılmış anıt |
|
Their Blood Waters our Freedom "Özgürlüğümüzü Onların Kanı besliyor..." |
|
Başkan Sam Nujoma |
|
Christuskirche, Windhoek Lutheran Kilisesi |
|
Windhoek Tren İstasyonu |
|
Windhoek Tren İstasyonunda sergilenen eski Lokomotiflerden... |
|
Windhoek Sokaklarından, arkada Jakaranda Ağaçları |
|
Gibeon Meteoritleri |
|
Ve yine Gibeon Meteoritleri... |
İki Yüz Seksen
kilometrelik Swakopmund yolunun henüz başlarında yol kenarında gördüğümüz
birkaç babun bizi heyecanlandırıp, koltuklarımızdan kalkmamıza neden oluyor.
Fakat sonraki birkaç gün içerisinde göreceklerimizi düşününce, babunlar
karşısındaki heyecanımızı görüp de hafifçe gülümseyen rehberimiz Pendy’yi şimdi
çok daha iyi anlayabiliyorum.
Bir süre gidip yol üzerindeki bir benzin
istasyonunda bir kahve içimlik mola veriyoruz. Diğer tarafta hediyelik
eşyalar satılan derme çatma tezgahlardan oluşan bir Pazar var, bizi görünce
satıcılar hareketleniyorlar.
“Where are you from Sir?”
Afrika’da bulunduğum
süre içerisinde bu soruyla çok sık karşılaştım; “Nerelisiniz?” Her seferinde de
aynı karşılığı verdim; “Tahmin et...”
En çok aldığım iki yanıt
İtalyan ve Çek oldu... Muhtemelen İtalyan tipten, Çek de kendi aramızda
konuştuğumuz dili, Çekçe’ye benzetmelerinden. Ve tabii ki buralara çok fazla
Türk gelmediğinden, Türk olduğumu tahmin eden de olmadı. Ama Türk olduğumu
duyan herkes direk aynı yanıtı verdi; ”Aaa Turkey, Fenerbahçe, Galatasaray...”
Yok yahu, şaka diyorum,
bizden başka kim takar ki Türk Futbol Takımlarını! Ve siz siz olun eğer turizm
açısından popüler, futbolda ise adı sanı duyulmamış bir ülkede, mesela
Hindistan veya Vietnam’da, Türk olduğunuzu duyanlar bir anda tuttuğunuz takımın
adını söylüyorsa, lütfen bu numarayı yemeyin. Hele de size bir şey satmaya çalışıyorlarsa.
Muhtemelen size şirin görünmek için önceki Türk müşterilerinden öğrenmişlerdir.
Öğle saatlerinden
vardığımız Swakopmund, Namib Çölüyle Atlas okyanusu arasında yerleşmiş. Almanca kökenli ismi Swakop Nehrinin ağzı anlamına geliyor ve daha çok bir
sayfiye şehri görünümünde. Başkent’in o sıkıcı havasındansa burası cıvıl cıvıl.
Özellikle öğle yemeğini yediğimiz restoran 22 Degrees South ve civarı. 22
Derece Güney gerçek ve aktif bir deniz fenerinin hemen altında kurulmuş güzel bir
İtalyan restoranı. Pizzaları ve pizzadan hemen önce servis edilen bir hayli acılı karidesi hiç fena değildi.
Masada oturup yemeği beklemektense birazcık da olsa sahil kenarında dolaşıyor ve hafta sonu keyfi
yapan Swakopmund'luların fotoğraflarını çekiyorum. Burası şehrin merkezi
olmalı; denize doğru uzanan bir iskele, birkaç restoran ve kafe, bir çocuk
parkı var. Hafif rüzgarlı olsa da hava nefis. Denize girenler, sahil yolunda
yürüyenler, parkta sere serpe uzanıp hafta sonunun tadını çıkaranlar, az önce
de dediğim gibi burası cıvıl cıvıl...
Yemek sonrası kumsal ile
arasında sadece bir cadde olan konaklayacağımız Beach Hotel Swakopmund’a uğrayıp oradan da çölde
ATV’lerle gezmeye gidiyoruz. Şu bizim ATV, İngilizce konuşanların ise Quad Bike
dedikleri 4 tekerlekli motosikletlerle Namib çölünde Dune’lar üzerinde
gezeceğiz... (Yine İngilizce konuşanlar Namib çölündeki bu kızıl kum tepelerine
Dune diyorlar).
Şehrin hemen çıkışındaki Desert Explorers isimli şirkete gidiyor, ATV’lere atlayıp çöle yöneliyor ve 1 saat kadar “Dunes” üzerinde geziyoruz. Bu arada hayatında
ilk kez ATV kullanan, hele de bunu tamamı kum bir parkurda yapmış biri olarak söylemeliyim ki; bu ATV kullanma işi göründüğü kadar kolay değil... Fakat bir o kadar da
keyifliymiş, Kızıl Dune'lar ise inanılmaz. (Ve bu 1 saatlik ATV gezisinin maliyeti 350 Namibya Doları, yani 35 Dolardan biraz daha az)
Uzun günün sonunda akşam yemeğimizi Deniz Feneri’nin karşı çaprazındaki Lighthouse Pub and Grill’de
alıyoruz. (Evet deniz fenerinin hemen altındaki Restoranın ismi Deniz Feneri
değil ama çaprazındakinin ismi öyle...)
Deniz ürünleri müthiş,
porsiyonlar ise çok büyük...
Ve son olarak fotoğraflar;
|
Windhoek-Swakopmund arasında mola verdiğimiz Benzinlik yakınındaki Pazardan |
|
Yine aynı Pazar yerinden... |
|
Bir Nissan Kamyonetin kasasındaki çocuklar |
|
22 Degrees South Restaurant |
|
Swakopmund Sahilinden |
|
Sahilden bir kare daha |
|
Manzara güzel, büyük ihtimal dinledikleri müzik de öyle... |
Sürecek