Küba’ya o kadar çok giden ve o kadar çok
Küba’yı yazan var ki. Sanırım bu güzel ülke hakkında yazılmadık cümle,
çekilmedik fotoğraf kalmamıştır.
Nihayet ben de Küba’ya gittim, hem de 1 mayıs’ta oradaydım. İşte bunlar da benim izlenimlerim. Büyük
ihtimal farklı bir şey söyleyemeyecek olsam da...
Girizgah
Aslında Küba'yı yazmaya gece son uçakla İstanbul’a, ertesi sabah da Küba’ya uçacağım
o Cumartesi günü başladım sayılır.
Gündüz saatlerinde kızımı dans dersinden almayı beklerken
Antalya’da Starbucks’ın birinde oturmuş, 300 miligram kafeinle yüklü extra
Espresso ilaveli Grand Caffe Americano’mu içiyor internette kişisel bloglarda
Küba hakkında yazılanları okuyordum.
Küba’ya methiyeler düzen “eski toprak” romantik devrimcilerin
yazdıklarına baktım. Ardından da Küba’yı "Fakirlik diz boyu, o yok bu yok" mealinde cümlelerle yerin dibine batıranlara. Sonra “en
iyisi kendi gözlerimle görmek” deyip blogları okumayı bıraktım ve bilgisayarımı
kapatmadan önce The World Clock isimli siteye girip kolumdaki saati,
bizimkinden 7 saat gerideki Havana zamanına göre değiştirdim.
...
Starbucks’da oturduğum o Cumartesi gününün (26.Nisan.2015)
hemen ardından, Seyyahhane’den Sevgili Sinan’la birlikte Küba’ya gittim. Yani
Turla. Yazının buradan sonrasını “Turla gidene turist derler, gezgin olmanın
şartı ise tek başına gezmektir” gibi son derece “derin” fikirleri olanlar
okumasınlar lütfen. (Hatta bu konuda yeri gelmişken harika bir de makale önermek istiyorum; Sevgili Güneş Akdoğan’ın Adım Adım Seyahat isimli sitesinden
“Turist ve Gezgin Kime Denir” isimli makalesi. İşte link’i...)
Ve eğer kimilerine göre “gezgin sayılmayacak” olan bendeniz tarafından
yazılmış bu seyahatnameyi okumaya karar verdiniz, devam ediyorsunuz madem bir
uyarı daha yapayım. Önceden yazdıklarıma aşina olanlar bilirler ki, benimkisi
sadece kişisel gözlemlerimi, gitmeden ve özellikle de gidip geldikten
sonraki okumalarımdan, araştırmalarımdan, izlediklerimden aklımda kalanları paylaştığım “kişisel”
bir seyahatname. Yani bir seyahat rehberi değil. Büyük ihtimal Havana’dan Santa
Clara’ya nasıl ve kaça gidilir gibi bir sorunun yanıtını burada bulamazsınız,
ama Santa Clara’daki Che’nin anıt mezarı hakkında büyük olasılıkla bir sürü şey
yazacağım...
...
Çok sıkıcı bir girizgah olmaması adına "aperatif" birkaç fotoğraf, arz ederim efendim;
|
Santa Clara, Che'nin Mozolesinden |
|
Havana, Plaza de Revolucion. Devrim Meydanı, Jose Marti Anıtı (Haklısınız, kabloyu yok etmek iyi bir fikir olabilirmiş...) |
|
Önceki fotoğraftaki Jose Marti Anıtının tam karşısı; İç İşleri Bakanlığı Binası ve eskiden Havana denildiğinde ilk aklıma gelen Che'nin rölyefi. |
|
Trinidad, Plaza de Armas |
|
Trinidad, ortalıkta dolaşan fotoğraf makineli turistler sayesinde biraz olsun dersten kaytaran öğrenciler |
|
Sokaklarda öylece yürürken bizi görüp içeri davet eden emekli Dr Jose de Luis'in evinden, Trinidad |
|
1 Mayıs, Devrim Meydanı (Plaza de Revolucion), Havana |
|
Yine Devrim Meydanından... |
|
Hangi Americano'yu alırdınız?, Havana |
İzlenimlere başlamadan önce “Neden Küba?” Sorusuna yanıt
vereyim.
Aslında Küba’ya gitmeyi yıllardır bir yandan çok isterken diğer bir
yandan da sürekli erteledim. “Eninde sonunda nasıl olsa gideceğim” diye düşünüp önceliği gidilmesi
daha zor coğrafyalara verdim sanırım.
Oysa muhtemelen her gezgin gibi Benim de “Fidel Castro ölmeden Küba’ya
gitmek lazım” cümlesini defalarca telaffuz etmişliğim vardı. Fidel bu konuda,
sağ olsun elinden geleni fazlasıyla yaptı; 89 yaşında... Allah uzun ömürler
versin. Fakat, her ne kadar Küba’lı meslektaşlarımın işlerinde ne kadar iyi
olduklarını cümle alem bilse de, çok da zorlamamak lazım. Lazımdı...
Evet benimkisi biraz Küba’yı görmeyi istemekten çok artık
“klasik” Küba’yı görmek için son fırsat kaçtı kaçıyor şeklinde bir gezi oldu,
itiraf ediyorum.
Küba yolculuğuma ciddi de bir heyecanla başladım. Yok öyle insanın
içi içine sığmayan heyecanlardan değil. Dudağında uçuk çıkmasına neden
olanlardan...
Aslında plan basitti; Antalya’dan tura birlikte katıldığımız
2 arkadaşımla birlikte THY’nin 23.55 uçağıyla İstanbul Atatürk’e uçacak sonra
da 06.00’daki Amsterdam aktarmalı Havana uçuşuna kadar da havalimanında
oyalanacaktık.
Fakat hatırlarsınız belki, tam da o gün THY’nin Milano’dan
gelen uçağının motorlarından biri yanmaya başlamıştı, uçak acil iniş yaptı ve
Atatürk Havalimanının pistlerinden bir tanesi trafiğe kapatıldı...
Ve ben akşam üzeri valizimi yerleştirmeyi henüz bitirmiş
TV’de izlenecek bir şey var mı diye bakınırken cep telefonuma gelen sms ile
İstanbul uçuşumuzun iptal edildiğini öğrendim. Hemen THY'yi aradıysam da bilet
paramı kredi kartıma iade etmek dışında bir yardımları olmadı. Tabii ki ertesi sabah Küba’ya
gidecek olmam kimsenin umurunda değildi.
Arkasından kısa bir internet araması sonucunda hemen Onur
Air’in İstanbul Atatürk’e 20.25’de kalkan uçağının son bilmem kaç koltuğundan
3’ünü alıp diğer iki arkadaşıma haber verdim. Hep birlikte planladığımızdan
daha erken ve iki ayağımız bir pabuca girmiş bir şekilde havalimanına doğru yola
çıktık.
Daha havalimanına bile varmamışken bir mesaj da Onur Air’den
geldi; “Sayın yolcumuz seferiniz iptal edilmiştir, başınızın çaresine bakın...”
Mesaj tam olarak böyle değildi tabii ki ama meali buydu...
Sonrası benim için bir korku filmi gibiydi. Saat 18.00-19.00
arası bir takside havalimanına doğru gidiyorduk, ertesi sabah Küba uçuşumuz
vardı, halihazırda iki kez uçuşumuz iptal edilmişti ve seyahat arkadaşlarımdan
bir tanesi cep telefonuyla bilgisayar başındaki bir arkadaşından uçuş ve bilet
bulmasını istiyordu...
Tek alternatif SunExpress’in saat 19.15’deki Sabiha Gökçen
uçuşuydu. Atatürk uçuşlarında yer yoktu ki yer olsa bile riskliydiler, bir
iptali daha sanırım kaldıramazdım. Arka koltuktaki arkadaşım isimlerimizi, TC
kimlik numaralarımızı, mail adreslerimizi, kredi kartı bilgilerini falan veriyordu telefonun diğer tarafına. Bu
arada ben sürekli konuşmanın başlarında işittiğim “kalan son 4 koltuk”
cümlesini düşünüyordum. Bir yandan da kafamdan eğer o koltuklardan 3’ünü satın
alamazsak İstanbul’a arabayla kaç saate gidilir ki diye hesaplamaya
çalışıyordum; “750 kilometre civarında olmalı, bir de İstanbul’un bir ucundan
diğerine trafik olur, 8-9 saat gibi desek gece 3-4 gibi orada oluruz, yetişiriz
sanki, yetişir miyiz?”
Arka koltuktan arkadaşımın "Cep telefonuma
mesaj geldi ödeme tamam, çok teşekkürler” dediğini duydum ve derin, gerçekten
çok derin bir nefes aldım, son 4 biletini üçünü almıştık... Derin bir nefes aldım dediysem de o stres dolu 20
dakika sayesinde “cidden” dudağımda tüm Küba fotoğraflarımda bana aksesuar gibi
eşlik eden bir uçuk çıktı...
Sonrası şöyle gelişti; Sabiha Gökçen’e indik, Havataş ile
Taksim’e, Taksim’den yine Havataş ile Atatürk’e gittik. Neyse ki Sabiha Gökçen
Atatürk arası korktuğumuz kadar uzun sürmedi; toplam 1,5-2 saat kadar.
Ardından 06.00’da önce Amsterdam’a, Schiphol’deki 2 saatlik
kısa molanın ardından da Havana’ya uçtuk. Meraklısına not Amsterdam – Havana
uçuşu 10 saat 20 dakika sürüyor.
Yeri gelmişken bir uyarıda bulunmak istiyorum. Küba benim
Antalya’dan İstanbul’a, ardından da dünyanın bir yerlerine uçtuğum 9.
seyahatimdi. Bazıları bağlantılı uçuşlardı, bazılarında ise bağlantı şansım
yoktu (Küba’ya giderken KLM’in bağlantı vermemesi gibi...) Ve bu uçuşların da
yalnız birinde İstanbul’a bir gece önceden gittim. Zaman zaman “Bu
Antalya-İstanbul uçağını kaçırsam, uçak kaçırılsa veya hava şartlarından falan
uçamasam ne kötü olur yahu” diye aklıma geldiği olmuştu ama o durumda ne
yaparım diye hiç ciddi düşünmemiştim açıkçası. Bu konudaki haklarım neler, ya
da herhangi bir hakkım var mı bilmiyorum. Bilen veya başına gelen varsa yorum
olarak yazıversin lütfen...
Havana’nın ismini Kübalıların ulusal kahramanları Jose
Marti’den alan ve pek de gösterişli diyemeyeceğim Uluslararası Havalimanına
indiğimizde bizi karşılayan sıcak ve fazlasıyla nemli bir hava oluyor. Birkaç
gün sonra ayak üzeri sohbet ettiğim bir taksi şoföründen öğreniyorum ki son
bilmem kaç yılın en sıcak mayıs ayıymış... Hemen ardından uzun pasaport
sırasında beklemeye başlıyoruz. Uçaktan inen yolcuların arasında o kadar çok
Türk var ki. -Ve tüm seyahat boyunca nereye gidersek gidelim o kadar çok Türk
ile karşılaştık ki...-
Pasaport kontrolündeki sevimli Kübalı bayan ile aramda şöyle
bir diyalog geçiyor:
“Amsterdam’a nereden uçtunuz?”
“İstanbul, Türkiye”
“Son aylarda Afrika’da bulundunuz mu?”
“Son aylarda değil ama geçen ekimde Afrika’daydım, Namibya,
Botsvana ve Zimbabve’ye gittim” Hava atmıyorum, Ben bunu söylerken
pasaportumdaki vizeleri inceliyor zaten.
“Sierra Leone, Liberya veya Gine’ye seyahat ettiniz mi?”
“Hayır, Ebola değilim, sağlıklıyım. Konu hakkında da bilgi
sahibiyim, Doktorum Ben” Gülümsüyor.
“Have a nice holiday in Cuba”
Pasaportuma girişi damgasını basıyor.
Tam da bu noktada herkesin bildiği ama madem seyahatname
yazıyoruz, yazmazsak ayıp bir konudan söz edelim. Malum Küba vizesi sorunlu
olarak bilinir. Hani derler ya pasaportunuzda Küba vizesi varsa ABD’ye
giremezsiniz falan diye. İşte o yüzden Küba vizesi sticker şeklinde
pasaportunuza yapıştırılan bir vize değil de küçük kağıt bir belge şeklinde.
Çıkarken de geri alıyorlar. Giriş çıkış
damgası ise var. Ama ben şahsen, hele de bu saatten sonra pasaportunuzdaki
Küba’ya ilişkin herhangi bir izin ABD için sorun olacağını sanmıyorum.
|
"Sakıncalı" Küba Vizesi |
Havalimanında bizi Sinan karşılıyor. Çıkmadan adettendir ya
döviz bozduralım diyorum, ama Sinan “burada kuyruk olur, otelde bozdurursunuz”
diyor. Havalimanında bozdurmak ile otelde bozdurmak arasında kur açısından fark yokmuş ve
haklı kuyruk çok uzun. Bu arada kusura bakmazsanız şu Küba’daki yerel halk ve
turistler için ayrı, 2 farklı para birimi olayını bir de ben anlatmayayım.
Hemen tüm seyahat sitelerinde var zaten. Tek bir not, turistlerin kullandığı
CUC’a (kuk diye telaffuz ediyorlar) halkın argo bir isim verip vermediğini çok
merak ettim, birkaç kez de sordum ama yokmuş. Oysa ben Kübalılardan hafif
alaycı argo bir sözcük beklerdim. Belki de vardır ve bir turist ile paylaşmak
istememişlerdir, umarım...
Havalimanı çıkışı başkent Havana’ya otobüsten “meraklı
gözlerle” şöyle bir bakıp ilk durağımız Varadero’ya yöneliyoruz. Eski model "Americano" otomobilleri, bakımsız hatta harabe görünümlü binaları ve hayatımda ilk kez gördüğüm sokakta beysbol oynayan çocukları heyecanla izliyorum.
Varadero, Havana’nın 140 kilometre doğusunda ve Karaiplerin
en ünlü tatil merkezlerinden biri. Varadero’nun üzerinde yer aldığı Hicacos
yarımadası 20 kilometre uzunluğunda, en geniş yeri 1,2 kilometre ve anakaradan
dışarıya adeta bir baston veya hokey sopası gibi uzanıyor. Dar yerleri ise
birkaç yüz metre ve iki tarafı deniz bir yolda seyahat etmek çok keyifli.
|
Baston veya hokey sopası şeklindeki Varadero (Hicacos Yarımadası) |
|
Küba ve Varadero |
Bu ince uzun kara parçası üzerinde bir sürü Küba
standartlarına göre oldukça kaliteli, Antalya’dakilere kıyasla ise fena
sayılmayacak otel var. Varadero’nun her türlü standardın çok üzerindeki
özelliği ise muhteşem denizi. Üstelik de yarımadanın şeklinden ötürü otellerin
her iki tarafında birden deniz var...
Tam da burada hemen tüm seyahat blogger’larının dediği bir
şeyden söz etmeli; “Varadero Küba falan değil, boşuna zamanınızı harcamayın”.
Evet Varadero Küba değil. Bizim Akdeniz Sahillerindekiler
gibi all-inclusive yani her şey dahil otellerde insanların deniz güneş ve
kumun tadını çıkardığı, gerçek Küba ile alakası olmayan turistik bir yer. Peki
zaman harcamak boşuna mı? İşte burada “one minute” demek istiyorum izninizle...
Yıllardır Antalya’da, Konyaaltı plajına 15 dakikalık yürüme
mesafesindeki evinde yaşayan biri olarak bu deniz güneş kum tatillerine hiç
özenmedim. Hele her şey dahil otellerden hiç mi hiç hazzetmedim. Seyahatlerimde
konakladığım otellerden de genellikle sabahın köründe ayrılıp, gecenin bir
vakti döndüm. Fakat Varadero’daki Melia Varadero Hotel’de geçirdiğim o kısa
süre gerçekten güzeldi, her şey dahil olmasına rağmen.
Sinan, Havana’dan Varadero’ya kadar yol boyunca bize
kalacağımız otelin Küba’nın en iyi otellerinden biri olduğunu, ama turun geri
kalanında otel konusunda beklentimizi yüksek tutmamamızı, Küba’nın geri
kalanında konaklama konusunda standartların pek iyi olmadığını söyledi durdu.
Ve haklıydı. Melia Varadero’yu yıllardır Antalya’da tonlarca otele girip çıkmış
biri olarak ben cidden beğendim. (Bu arada bir yanlış anlama olmasın, seyahatlerimde
konaklama ve yemek konusunda asla çok beklentim olmaz. Her koşulda uyur, yemek
yerine bir paket bisküvi ile bile idare edebilirim. Yeter ki o coğrafyada
olayım).
Otele girdiğimizde hava kararmak üzereydi, bir geceyi
Antalya’dan İstanbul’a gelirken ve havalimanında bir diğerini uçakta
harcamıştım. Saat farkı sersemliğinden kaç saat olduğunu bile hesaplayamadığım
bir süredir yatak yüzü görmemiştim, çok yorgundum.O normalde hiç hazzetmeyeceğim açık büfede bir şeyler
yedikten sonra odaya çıkıp yattım. Ki yemekler hiç fena değildi...
Ertesi sabah erkenden soluğu sahilde aldım. Ve tüm gün
karayiplerdeki “her şey dahil” otelin tadını çıkardım. Saatlerce turkuaz
sularda yüzdüm, sahildeki şezlonglardan birine uzanıp bir sürü Pina Colada ve
Mohito içtim. Sahilde beyaz kumların üzerinde yürüdüm. Belki de ilk kez bir
seyahatimde bir tam günü otelimden çıkmadan ama inanılmaz keyif alarak
geçirdim.
Evet “Girizgah” kısmı pek Küba tadında olmadı farkındayım
ama bir şekilde başlamak lazımdı. Bir sonraki bölümde favori şehirlerim listesine giren Trinidad var...
Ama işe yarar birkaç bilgi vermek adına size Küba’ya
gitmeden önce yapılsa hiç de fena olmaz şeyler listesi yapayım bari:
- Kesinlikle biraz olsun Latin dansları dersi alın. Akşamları
çıktığınızda, ki mutlaka çıkacaksınız, hemen tüm barlarda herkesler dans edip, siz de kendinize hakim olamayıp ancak olduğunuz yerde sağa sola sallanırken “yahu
birazcık dans bilseydim bari” diye hayıflanmayın.
- Rom ile yapılan kokteyller hakkında bilgi sahibi olmak
yararlı olabilir; Mohito, Pina Colada, Daiquiri
- Küba’ya gittiğinizi duyan tüm arkadaşlarınız size “Bir püro
getirirsin artık” benzeri şeyler söyleyeceklerdir, aman dikkat. Püro çok pahalı
bir şey, hele de meşhur Küba puroları. Sakın kimselere söz vermeyin. Bir de
Puroların nasıl yapıldığıyla ilgili “malum” efsaneler külliyen yalan, boşuna hayal
kurmayın.
- Küba Devrimi konusunda Fidel ve Che dışında bir şeyler öğrenmek de
yararlı olabilir. Söz gelimi ben Camilo Cienfuegos’un ismini Küba’ya gitmeden
önce hiç duymamıştım, utandım. (Siz de şu anda ilk kez duyduysanız sonraki bölümlerde
ben anlatırım, rahat olun)
- Politik görüşünüz her neyse, geride bırakın. En azından
bırakmayı deneyin. Ne attığınız her adımda fakir ama onurlu ve bir o kadar da
mutlu Küba halkını arayın ne de tam tersine sosyalizmin aslında ne kadar boktan bir
şey olduğunu ispata çalışın. Rahat olun, gezin ve eğlenin.
- Son olarak İspanyolca bilmeseniz bile şu 3 şarkıdan en az 2'sinin sözlerini
mırıldanacak kadar öğrenin; Hasta Siempre, Chan Chan ve Guantanamera. Gittiğiniz hemen her
yerde bu 3 şarkıyı duyacaksınız çünkü... Benim önerim Chan Chan ile uğraşmayabilirsiniz, onu mırıldanmak İspanyolca
bilmiyorsanız biraz zor gibi... Yok eğer bu şarkıların birini bile duymadıysanız ise Küba iyi bir
fikir olmayabilir.
Sürecek.