Dr Lois’in çok beğendiğim evine yaptığımız kısa ziyaretin
ardından Trinidad’ın Arnavut kaldırımı sokaklarında bir süre daha yürüyüp bu
kez bir başka Doktorun, Dr Justo German Cantero’nun evine ulaşıyoruz. Bugün
müze haline çevrilmiş olan bu 19. yüzyıldan kalma kolonyal stildeki devasa evin
sahibi Cantero, aslında pek de iyi bilinmezmiş. Henüz Trinidad’a geldiğinde
geçmişi karanlık olan Cantero kısa zamanda ülkenin en büyük 3 şekerkamışı
tüccarından bir oluvermiş. Acımasız biri olarak bilinen bu adam diğer bir yandan da tam
bir sanatsevermiş. Zengin bir resim koleksiyonuna sahip olan Cantero piyano çalarmış, ayrıca fena sayılmayacak bir şair ve yazarmış da.
Ziyaret ettiğimiz Cantero’nun evi bugün müzeye dönüştürülmüş
ve ismi de Palacio de Cantero Museum. (veya Municipal History Museum). Müzede 19. yüzyıldan kalma mobilyalar, porselen yemek takımları gibi gündelik eşyalar, Cantero’non kolleksiyonundaki tablolardan bazıları, zamanında aileye ait olan bir at arabası falan var. İtiraf
etmeliyim sergilenenler değil ama müze binasının kendisi görülmeye
değer.
Müzenin içerisinde bir de kule var ve kulenin tepesinden Trinidad Old Town'un (Eski Şehrin) hiç fena sayılmayacak bir manzarasını
görebilirsiniz. Yukarıya çıkan merdivenler biraz dik ve dar olsa da tavsiye
ederim.
Bir sonraki durağımızı da şiddetle tavsiye edeceğim. Bal,
limon ve rom’dan oluşan özel kokteyli ile aynı ismi taşıyan Bar; La Canchanchara, (Kançançara diye okunuyor). Bu kokteylin doğum yeri de tam burası zaten. "Olmazsa olmaz" canlı müzik eşliğinde, adını bir türlü bir
seferde söyleyemediğim Canchanchara’yı denedikten sonra yeniden Trinidad
sokaklarına dağıldık. Meraklısına not: Bal limon ve romdan oluşan kokteylin
kıvamı biraz yoğun, hoş bir kadeh ve karıştırmak için bir çubukla servis
ediliyor ve çok güzel...
Arkasından eski şehrin kalbi Plaza Mayor civarında biraz
turlayıp akşam gittiğimiz Casa de la Musica’yı “merdivenleri” gündüz gözüyle
gördükten sonra hemen yakınlarda bir yerde yine romlu bu kez farklı bir kokteyl eşliğinde
dans gösterisi izliyoruz. Burası Trinidad’ın Folklorik Danslarının öğretildiği
ve sergilendiği bir kültür merkeziymiş ve ismi de Palenque de Los Congos
Reales.
Ki akşam buraya bir kez daha geleceğiz, kültür merkezi bir bara dönüşmüş olacak, sahnede Latin müzikleri çalan bir orkestra olacak, yine içinde
rom olan başka bir kokteyl, “renkli” Trinidad Colonial içeceğim, orkestranın
solisti yanıma kadar gelip bana nereli olduğumu soracak, Türk olduğumu
öğrendikten sonra doğrudan bana bakarak sözlerini hiç anlamadığım, içinde
sadece bir yerde “Turkiya” geçen rap
gibi sürekli konuştuğu bir şarkı söyleyecek ve ben barın bir köşesindeki
tezgahtan beğendiğim bir tabloyu pazarlıkla 20 CUC’a satın alacağım...
Trinidad Colonial Restaurant’da yediğimiz Hasta Siempre ve
Besame Mucho’lu (tabii ki yine canlı müzik) ve lezzetli öğle yemeğinin ardından (sığır eti) günün
geri kalanında sokaklarda öylece dolanıyoruz.
Günün kalanında dar sokaklardaki hediyelik eşya pazarlarında
dolaştık. Yerel ressamların tablolarını sergilediği dükkanlara girip tabloları
inceledik; beğendiklerim hep çok pahalıydı. Kapısı veya penceresi açık evlerden
çaktırmadan, bazen de çaktırarak içeriye baktık; hemen her evde adeta bir demirbaş gibi bulunan sallanan
koltuklara bayıldım. Bir sürü fotoğraf çektim; Sokakları, eski model
“Amerikano” otomobilleri, coco taksileri, at arabalarını, insanları çektim.
Bazen de, fotoğraf makineme davranmayı aklıma bile getirmeden sadece etrafı seyrettim.
Ben bu şehri gerçekten çok sevdim. Hatta Trinidad’daki, açık
ara gördüğüm en çirkin sokak köpeklerini bile sevdim.
Akşamüzeri önceki gece dans edenleri izlediğimiz Casa de La
Musica’nın merdivenlerinde ama bu kez masalarda oturup birer Bucanero için gelip
geçeni izledik.
Otele dönüp yine sahilde bir süreliğine, denize girmeden sadece manzaranın keyfini
çıkardıktan ve bir şeyler yedikten sonra bu kez tüm grup Trinidad’a geldik. Doğrudan La Casa de
Musica’ya. Biz; Sinan, Ben ve Antalya’dan tura birlikte katıldığım arkadaşlarımla, önceki akşam da burada olduğumuzdan, fazla kalmadık. Önce
Casa de la Trova isimli barda birer Mohito içimlik takılıp sonra yukarıda da söz
ettiğim Kültür Merkezi’ne geçtik.
Geç vakit otele vardığımızda bu şehri sevdim diye
düşündüğümü anımsıyorum. Söylemiştim değil mi?
Ve bir sürü fotoğraf, Arz ederim;