Aslında amacım spor filmleri üzerine bir yazıydı. Bilgisayarımın başına geçtim, yeni bir sayfa açtım ve aklıma ilk gelen spor filmlerini yazmaya başladım. Listede altıncı sıraya gelmiştim
ki bir baktım yazdığım filmlerin dördünde başrolde basketbol var...
Bu kadar çok basketbol filminin yer aldığı bir listeye spor
filmleri listesi demek, diğer spor dallarına haksızlık olacaktı. Ben de önce
bir basketbol filmleri listesi yapmaya karar verdim.
Listede 6 film var. Herhangi bir sıralama olmasa da en zayıf
halkadan ilk sırada söz edip, en iyi olduğunu düşündüğüm filmi de sona sakladığımı itiraf
ediyorum.
Mutlaka unuttuklarım vardır ama işte benim İçinden Basketbol Geçen filmlerim...
Above the Rim, 1994
(Çemberin Üzerinde)
Gelecek vaat eden lise basketbol yıldızı Kyle Lee Watson’ın
öyküsü. Duane Martin’in canlandırdığı Kyle, bir taraftan üniversite bursu almayı
beklerken diğer taraftan kendisini birbirine düşman iki kardeşin arasında
bulur; uyuşturucu satıcısı Birdie ve basketbol yıldızı olabilecekken en yakın arkadaşını trajik bir kaza sonucu kaybeden ve sonunda kendini eski okulu, Kyle’ın da okuduğu lisede güvenlik görevlisi olarak bulan Shep (Leon Robinson).
Uyuşturucu satıcısı Birdie rolünde 1996 yılında bir cinayete
kurban giden ünlü rap sanatçısı Tupac Shapur (2Pac) var. Filmi Jeff Pollack
yönetmiş.
Bu filmi izledikten sonra New York’ta oynanan sokak
basketbolunda smaç dışında bir sayı atma şekli olmadığını ve oyunun sertlik
seviyesinin neredeyse Amerikan futboluna eşdeğer olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçekten öyle mi? Hiç Harlem’de bulunmadım ama sanmıyorum.
Filmin ikinci yarısındaki sokak turnuvasından basketbol
sahneleri sanki gereğinden fazla uzun tutulmuş. Listedeki filmler içerisinde en
zayıf halka olsa da bence sırf Tupac’ın anısına izlenilir. Filmin son sahnesi Tupac'ın kaderinin habercisi sanki...
Glory Road, 2006
(Zafere Doğru)
NCAA yani Amerikan Üniversiteler arası Basketbol Ligi
tarihinde ilk kez bir maça 5 siyah oyuncuyla başlayan El Paso’daki Texas
Western Üniversitesi basketbol takımının gerçek öyküsü.
Dönem 1960’ların sonları. Başarılı lise kız takımı koçu Don
Haskins, aldığı teklifi değerlendirerek, Futbolun kral basketbolun ise lüks bir
iş olarak algılandığı Texas Western Üniversitesinde, basketbol takımının başına geçer. O
yıllarda “ırkçı” güney eyaletlerdeki hiçbir takımda tek bir siyah oyuncu bile
oynamazken koç Haskins takımına 7 siyah oyuncu birden alacaktır.
Sonrası bir basketbol takımının 1966 yılı NCAA
şampiyonluğuna uzanan zorlu mücadelesinden çok Amerika Birleşik Devletlerinde Basketboldaki ırkçılığın tarihi adeta.
Irkçılığı, hele de spordaki ırkçılığı oldum olası anlamam.
Filmin başlarında Western Üniversitesinden biri Koç Haskins’e şöyle diyor; “Zenci basketi oynayarak kazanamazsın.
Sıçrayabilirler ama hızlı koşamazlar. Baskıya dayanamazlar, yeterince zeki
değillerdir...” Film gerçek bir öyküye dayandığına göre bu lafı eden kişiye
veya zihniyete Jordan, Kobe veya LeBron’u izlettirip ne düşündüğünü sormak
isterdim açıkçası...
Filmin yönetmeni James Gartner, Koç Haskins’i ise Josh Lukas
canlandırmış. Kentucky Koçu Adolph Rupp rolünde ise usta oyuncu John Voight var.
Filmle ilgili ilginç birkaç not; filmin sonundaki Texas
Western ve Kentucky finalinde, Kentucky oyuncularından biri çok
tanıdık; basketbolla birazcık bile ilgisi olan herkesin adını bildiği büyük Koç Pat
Riley. Ayrıca gerçek Koç Haskins de filmde bir an da olsa görünüyor; benzin
istasyonundaki görevli rolünde.
Imdb puanı 7.2 olan bu güzel filmi izlemediyseniz tavsiye
ederim.
Rebound: The Legend
of Earl "The Goat" Manigault, 1996
(Rebound: "Keçi" Earl Manigault Efsanesi)
Gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan Kareem Abdul-Jabbar’a 1989
yılında basketbolu bıraktığı gece bir gazeteci şu soruyu sorar; “Salona indiğinde sizi titreten, şu ana dek
gördüğünüz en büyük oyuncu kimdi?” Jabbar bir an duraklar ve der ki; “Eğer tek bir isim vermem gerekirse, bu
kesinlikle Goat olurdu...”
İşte Goat yani Keçi lakaplı Earl Manigault’un yaşam öyküsünü
anlatan film bu sahneyle başlıyor.
Maalesef beyazperdede yer almamış bu televizyon filmi 1960 ve 70'lerin Harlem'inde geçiyor ve Earl
“Keçi” Manigoult’un gerçek öyküsünü anlatıyor; Goat’ın, belki de oyunun
tarihindeki en büyük basketbolculardan biri olabilecekken uyuşturucu nedeniyle
yitip giden kariyerini...
Filmin yönetmeni Acil Servis dizisinde Dr Peter Benton
rolünde izlediğimiz Eriq La Salle ki kendisi filmde de rol alıyor. Goat rolünde
ise Hotel Rwanda filmindeki harika performansından anımsayacağınız Don Cheadle
var. Filmde Goat’a yol gösteren hademe Rucker rolünde ise sevdiğim oyunculardan
Forest Whitaker.
Listedeki diğer filmlere kıyasla daha az basketbol sahnesi
içerse de açık ara en şaşırtıcı olanlar bu filmde. Sözgelimi; Goat bir sahnede
sağ eliyle potaya smaçladığı topu sol eliyle alıp bir kez daha smaçlıyor, hem
de yere düşmeden yani hala havadayken... Bir diğerinde ise potanın (panyanın)
en üstüne –neredeyse 4 metredir- bir çiklet ile yapıştırılmış 20 Dolarlık banknotu
zıplayarak alıyor ki gerçek Earl “Keçi” Manigault bu iki de hareketi defalarca
yapmış. Üstelik de boyu sadece 185 cm olduğu halde...
Bulabilirseniz kaçırmayın derim. Türkçe dublajlısını veya
alt yazılısını bulamadım ama İngilizcesini izlemek isterseniz işte size bir
link...
Hoosiers, 1986
(Kazanma Arzusu)
Film, Barbara Hershey’in canlandırdığı öğretmen Myra Fleener
karakterinin sözleriyle “hiçbir haritada
olmayan” küçük bir kasabanın, lise basketbol takımının eyalet şampiyonluğuna
kadar giden öyküsünü anlatıyor.
Yönetmenliğini David Anspaugh’un yaptığı film listedeki en
güçlü oyuncu kadrosuna sahip. Barbara Hershey’in yanında, disiplinli fakat
geçmişi lekeli Koç Norman Dale rolünde Gene Hackman ve oyunculardan birinin
alkolik babası rolünde de Denis Hopper var. Ayrıca Dennis Hopper bu roldeki
performansıyla en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar’a da aday olmuş.
Film gerçek bir öykü olmasa da, 1954 yılında Indiana Eyalet
Şampiyonu olan küçük bir kasaba lisesi Milan’ın öyküsünden esinlenilmiş.
1950’lerin Amerika’sında basketbolun nasıl oynandığı
konusuna filmdeki maç sahneleri fikir verebilir sanırım; sıkıcı ve şuta dayalı
bir basketbol. O yıllarda henüz siyahlar salonlarda yer almadığından smaç diye
bir şey de yok tabii ki.
Filmle ilgili küçük bir not; Filmde Koç Dale’in sonradan
takımının yıldız oyuncusu olacak Jimmy Chitwood ile konuştuğu bir sahne var.
Konuşma esnasında Maris Valainis’in canlandırdığı Jimmy, açık alandaki bir
basketbol sahasında potaya birbiri ardına atışlar yapıyor. Ve hepsini de
sokuyor. İşte bu sahne, tek bir seferde ve kamera durdurulmadan çekilmiş...
Basketbol geçmişi olmayan aktör Valainis de tüm şutları sokmuş...
Çoktan klasik spor filmleri arasında yerini almış bu filmi
hala izlemediyseniz ilk fırsatta izlemenizi öneririm.
Coach Carter, 2005
(Koç Carter)
Koç Carter, görünürde bir arka mahalle lise basketbol takımının başarı öyküsü olsa
da aslında ciddi sistem eleştirisi içeren bir film. Filmin bir sahnesinde
Samuel L. Jackson’un canlandırdığı Koç Ken Carter karakterinin de dediği gibi; “Amerika Birleşik Devletlerinde Basketbol maçlarını kazanmak Liseden mezun
olup üniversiteye gitmekten daha önemli...”
Ken Carter üniversiteyi basketbol bursu ile okumuş, kendine
ait bir spor malzemeleri mağazası bulunan, hali vakti yerinde, siyah bir
Amerikalıdır. Yıllar sonra kendisine teklif edilen pozisyonu kabul eder ve
mezun olduğu ve takımında da yer aldığı okulun Basketbol Koçu olur. Koçun ilk
yaptığı iş ise oyuncularına birer kontrat imzalatmaktır; içinde oyuncuların
derslerde ön sıralarda oturmaları, birbirlerine “efendim” diye hitap etmeleri,
maç günlerinde takım elbise giyip kravat takmaları ve en az 2.3’lük akademik
başarı ortalaması tutturmaları gibi maddeler olan bir kontrat.
Carter takıma getirdiği disiplin ve ağır antrenmanlarla bir
önceki sezon sadece 4 galibiyet alabilmiş Richmond Oilers takımını bir anda
zirveye taşır. Fakat oyuncularının çoğu imzaladıkları kontratın maddelerinden
okul başarısı ile ilgili olanı yerine getiremeyip gerekli ortalamayı
tutturamayınca salonun kapısına kilit vurup maçlara çıkmaz...
Carter'ın asıl amacı, liselerdeki siyah öğrencilerin sadece
yüzde 50’sinin mezun olup, mezun olanların da ancak yüzde 6’sının üniversiteye
gidebildiği Amerika’da oyuncularına önemli olanın lisede oynadıkları basketbol
değil gelecekleri olduğunu göstermek, onları sokaklardan yani uyuşturucu ve
çetelerden korumaktır.
Sanırım öykünün bu kadarı bile yaşı uygun olanlara Beyaz
Gölge dizisini anımsatmıştır. Haklısınız. Zaten filmin yönetmeni Thomas Carter
da Beyaz Gölge’deki Carver Lisesi basketbol oyuncularından James Hayward’ın ta
kendisi..
Filmin hikayesi, özellikle başarı ortalamaları düşük diye
koçun salonun kapısına kilit vurması kısmı “fazla” hayal ürünü gibi gelse de
değil. Film gerçek bir öyküye dayanıyor. 1999 yılında Richmond Lisesi Koçu Ken
Carter’ın namağlup takımını oyuncularının düşük akademik başarı notları
nedeniyle maçlardan çekmesi tüm Amerika’da gazetelerin ilk sayfalarındaymış.
Basketbol sahneleri keyifli, Samuel L. Jackson’un her
zamanki gibi harika oynadığı bir film...
He Got Game, 1998
(Oyunun Galibi)
Denzel Washington’un oynadığı ve beğenmediğiniz herhangi bir
film var mı? Benim yok. Peki NBA’in süper yıldızlarından Ray Allen’ın oynadığı basketbolu
izlemekten keyif almayanınız var mı? Eğer size Denzel Washington’un iyi basketbol
oynadığı, Ray Allen’ın ise "aktörlüğünün" şaşırtıcı derecede iyi olduğu bir film
izlemek ister misiniz desem? Ve bu filmi de Spike Lee yönetse...
Sanırım bu filmi neden sona sakladığımı anladınız.
Filmin konusuna gelirsek: Jake Shuttlesworth (Denzel
Washington) bir kaza sonucu karısını öldürmek suçuyla cezaevinde yatmaktadır.
Oğlu Jesus ise (Ray Allen) Amerika’nın en iyi Lise basketbol oyuncusudur ve çok
kısa bir zaman içinde aldığı pek çok tekliften birini değerlendirip hangi
üniversiteye gideceğine karar vermelidir. Baba Jake’in yattığı cezaevi müdürü, Vali'nin emriyle Jake’e bir haftalık şartlı tahliye ayarlar. Eğer Jake, oğlu Jesus'u New York Valisinin mezun olduğu
üniversiteyi seçmeye ikna edebilirse kalan cezasında indirim yapılacaktır. Fakat bunun
için Jake’in önce “annesini kazara da olsa öldürdüğü” oğlu Jesus ile arasını
düzelmesi gereklidir...
Film sanki gereğinden fazla uzun sürüyor ve Spike Lee’nin
filmografisindeki Malcolm X veya 25. Saat gibi filmlere kıyasla da biraz zayıf
kalmış. Fakat yine de basketbol üzerine yapılmış filmler arasında bence farklı bir
yeri var. En azından listede gerçek bir NBA oyuncusunun rol aldığı tek film. Basketbol
sahneleri, özellikle de Baba Oğul’un teke tek maç yaptığı sahne muhteşem.
Public Enemy’nin yaptığı film müzikleri hiç fena değil ve son sahneye dikkat; Denzel'ın topu hapisane duvarından dışarıya fırlattığı sahne...